Peygamberler, ilahî mesajlarý insanlara ulaþtýrmayý varlýklarýnýn gayesi olarak bilmiþlerdir. Bu bakýmdan bütün himmet ve gayretleri ile yýlmadan usanmadan çalýþmýþlardýr. Hz. Nuh, tebliðdeki ýsrar ve kararlýðýyla sembolleþen isimlerden biri idi. (Nuh, 71/5-10.) Hz. Peygamber, kimi zaman muhataplarýnýn isyan ve inatlarý sebebiyle daralýr, üzüntülere gark olurdu. Nitekim þu uyarýya muhatap olur: “Ýnanmýyorlar diye üzüntünden âdeta kendini helak edeceksin.” (Þu’arâ, 26/3.)
Peygamberlerden sonra gelen nice rabbaniler, Allah’ýn mesajlarýný insanlara ulaþtýrmak için olanca gayretleriyle çalýþýp çabalamýþlardýr. Ancak bu yolda çektikleri sýkýntýlardan dolayý asla zafiyet göstermemiþlerdir. Her çað ve coðrafyada bu kutlu yolun sayýsýz temsilcileri gelip geçmiþtir. Din adýna sahip olduðumuz deðerleri bizlere ulaþtýrmalarý sebebiyle bu fedakâr insanlara çok þey borçluyuz.
Günümüzde nebevî görevin yerine getirilmesi söz konusu olduðunda, ilk akla gelen kesim din görevlileridir. Din görevlisi, kiminin çocukluðunda önüne diz çöküp Kur’an öðrendiði, kiminin de cemaatle kýldýðý vakit namazlarýndan tanýdýðý, saygý ve sevgi beslediði toplumsal bir figürdür. Onu sadece cenaze ve nikâh merasimleri, cuma ve bayram namazlarýndan hatýrlayanlarýn sayýsý da az deðildir. Geçmiþe baktýðýmýzda, bazen onun hafife alýndýðý ara dönemler olmuþtur. En azýndan böyle bir imaj oluþturulmaya çalýþýlmýþtýr. Ancak daima o, toplumun itibar ettiði, en mahrem meselelerini açýp ailevi ve toplumsal problemlerinde fikrine baþvurduðu toplumsal bir aktör olmuþtur. Bu vasfýyla sadece kürsü ve minberi deðil, katýldýðý her meclisi teblið ve irþat için bir fýrsat olarak deðerlendirmiþtir. Çünkü o, “Allah’a davet eden, salih amel iþleyen ve ‘Kuþkusuz ben Müslümanlardaným’ diyenden daha güzel sözlü kimdir.”(Fussýlet, 41/33.) ayetinin mana ve hikmetini çok iyi kavramýþtý.
Ýnsanýn bu dünyadaki imtihaný, sahip olduðu nimet ve imkânlara, toplumsal statü ve konumuna göre deðiþir. Bu açýdan bakýldýðýnda, dinî görevleri üstlenenlerin sorumluluklarýnýn daha bir aðýr olduðunda kuþku yoktur. Çünkü bu kimseler, mümin olarak yerine getirmeleri gereken sorumluluklarý yanýnda, bir kamu görevi olan din konusunda toplumu aydýnlatma vazifesini de üstlenmiþlerdir. Ancak belirtmek gerekir ki, halk din görevlilerini hiçbir zaman sýradan devlet memurlarý olarak görmemiþtir. Toplum nazarýnda her zaman onlarýn farklý bir yeri olmuþtur.
Din görevlisinin imtihan edildiði en önemli konulardan biri, ilahî mesajlarý teblið edip etmemesiyle ilgilidir. Ýnsanlarýn manevi coþku ve heyecanlarýný kaybettikleri, nefsani arzularýnýn peþine düþtükleri bir dünyada, dinin teblið ve irþadý her zamankinden daha büyük bir önem taþýmaktadýr. Bu, din görevlilerinin hem Allah’a karþý yerine getirmeleri gereken hem de üstlendikleri kamu görevinin kendilerine yüklediði bir sorumluluktur.
Teblið ve irþat konusunda bütün görevlilerin iyi bir durumda olduklarýný, sorumluluklarýný hakkýyla yerine getirdiklerini söylemek zordur. Çünkü görevini, sadece namaz kýldýrmak, düðün, cenaze, mevlit gibi dinî törenlere katýlmaktan ibaret görenler bulunabilmektedir. Hatta çevremizde teblið ve irþat sorumluluðunun, kendilerinin asli vazifesi olduðu þuurundan uzak birtakým görevlilere de rastlanmaktadýr. Bu vazifenin yerine getirilmesinde uyulmasý gereken adap, erkân, usul ve üslup þöyle dursun, konunun bir din görevlisine ne denli büyük bir sorumluluk yüklediði bilinen bir gerçektir. Aslýnda konunun bir kamu görevi olarak deðerlendirilmesine de gerek yoktur. Çünkü teblið ve irþadýn sýradan bir mümine dahi nasýl bir sorumluluk yüklediðini görmek için, Kur’an’dan ilgili ayetlere bir göz atmak yeterli olacaktýr. (Mesela bk. Al-i Ýmrân, 3/104; Tevbe, 9/71; Asr, 103/3.)
Meselenin bazý din görevlileri tarafýndan tam bir ciddiyetle ve sorumluluk þuuruyla ele alýnmamasý acý bir gerçektir. Ýnsanlarýn küfre, isyana, ifsada sürüklendiði, ahlak ve manevi yozlaþmanýn giderek yaygýnlaþtýðý bir toplumda, bir din görevlisinin,
konunun vahametinin farkýna varamamasý üzücüdür. Bir toplumda iyiliði telkin eden, kötülükten sakýndýran insanlar bulunduðu müddetçe Allah o toplumu helak etmez. Çünkü bu ilahî adaletle baðdaþmaz. (Hûd, 11/117.) Ancak atýfta bulunulan bu ayetten, ‘böyle bir topluluk bulunmadýðý takdirde, Allah o topluluðu helak edebilir’ manasý da çýkar. Nitekim Hz. Peygamber, teblið ve irþadý ihmal etmenin, bela ve musibetin gelmesine sebep olacaðýný þu þekilde belirtir: “Caným elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki ya iyiliði emredip kötülükten sakýndýrýrsýnýz ya da (böyle yapmazsanýz) Allah size bir ceza gönderiverir de O’na dua edersiniz ama O, duanýzý kabul etmez.” (Tirmizî, Fiten, 9.)
Dinden bihaber, Allah’a kulluk þuurundan yoksun sayýsýz insanýn yaþadýðý bu ülkede bir din görevlisinin ilim ve irfan tahsilini, teblið ve irþat görevini hafife alýp baþka iþlere yönelmesi, servet saman, para pul derdine düþmesi asla uygun deðildir.
Ayrýca belirtmek gerekir ki, bütün bunlarýn, din görevlisinin itibarýný tüketen zafiyetler olduðunda kuþku yoktur. Hele hele gönüllü bir þekilde Ýslam’ýn aydýnlýk mesajlarýný insanlara taþýmak için çalýþýp çabalayanlarýn olduðu bir ortamda, din adýna görevli bulunanlarýn kendilerini rahata vermelerini anlamak gerçekten zordur.
Teblið ve irþadýn ihmali, geçmiþ din mensuplarýnýn da düþtükleri büyük bir hataydý. Nitekim Ýsrailoðullarý, þu ayette geçtiði üzere, birbirlerini haram iþlemekten ve isyan etmekten alýkoymadýklarý için aðýr bir dille tenkit edilir: “Ýþledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalýþmazlardý. Yapmakta olduklarý ne kötüydü!” (Mâide, 5/79.) Yine Mâide, 63’de, teblið ve irþat görevini gerektiði gibi yerine getirmemeleri sebebiyle,
Yahudi din adamlarýnýn sert bir dille kýnandýklarý görülür: “Mürþit ve fakihlerin onlarý günah söz söylemek ve haram yemekten sakýndýrmalarý gerekmez miydi? Ama heyhat! Yaptýklarý ne kadar kötüdür.” Yahudi din adamlarý, yalan, rüþvet ve bozgunculuðun ne derece çirkin fiiller olduklarýný bildikleri hâlde, halka bunu anlatmýyorlardý. (Kâsýmî, Mehâsinu’tte’vîl, VI, 2055.) Bu sebeple ilahî kýnama ve tehdide muhatap olmuþlardýr. Ayette “es-sun’u” kökünden gelen “yasna’ûn” fiili geçmektedir. Bu, irþat vazifesini ihmal etmeyi alýþkanlýk hâline getirdiklerini gösterir. Çünkü kelime “bir iþi meslek edinip onu sanat hâline getirmeyi” ifade eder. Bu da, kýnamanýn daha þiddetli olduðunu gösterir. (Râzî, Mefâtihu’lgayb, XII, 34; Ebussuûd, Ýrþâdu akli’s-selîm, II, 64.)
Konuyla ilgili Hz. Peygamber de þöyle buyurmuþlardýr: “Ýsrailoðullarýnýn yakalandýðý ilk hastalýk þuydu: Bir kimse, haram iþleyen bir baþkasýyla karþýlaþtýðýnda ona þöyle nasihat ederdi: ‘Ey falan, bu konuda Allah’tan kork ve iþlediðin bu haramý terk et, o sana helal deðildir.’ Ertesi gün geldiðinde, o kimseyi tekrar o kötü iþi iþlerken bulur; fakat bu durum onu, söz konusu günahkârla yiyip içmekten, oturup kalkmaktan alýkoymazdý. Onlar böyle yapýnca da, Allah iyilerin kalbini kötülere benzetti. (Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Tefsir”, 5.)
|