Çocuğun Din Eğitiminde Ailenin Yeri ve Önemi
İnsanın çocukluğunda aldığı telkinlerin, hayatı boyunca onda derin etkiler bıraktığı eskiden beri bilinmekte ve ifade edilmektedir. Bugün de çocuk psikolojisiyle ilgilenen uzmanlarca yapılan çeşitli araştırmalar, çocuğun kişiliğinin temel özelliklerinin ilk yıllarda oluştuğunu ortaya koymaktadır.
07/04/2009 - 15:40

Hayatın sonraki dönemlerinde etkisini bariz bir şekilde hissettiren bu özellikler, günümüzde eğitimcilerin ilgisini ilkokul öncesi döneme yöneltmiştir. Çünkü karakterin tohumları ilk çocukluk yıllarında atılmakta ve sonraki yıllarda gelişimini sürdürmektedir. Yine, bilindiği kadarıyla, karakterin 2/3'ü altı yaşına gelinceye kadar teşekkül etmektedir.

İlk yıllarda alınan din eğitiminin de çocuk üzerinde pek çok yönden olumlu etkiler bıraktığı bugün artık bilinen bir gerçektir. Ayrıca bu yaşlarda çocuğun dini duyguları uyandığından, ona verilen eğitim biçimi daha sonraki yıllarda çocuğun inanç, tutum ve davranışlarını da etkilemektedir. Çünkü bu yaşlar, ünlü filozof ve eğitimci J. J. Rousseau’nun ifadesiyle (1), “insan hayatının en tehlikeli zamanlarını” ihtiva etmektedir ve çocuğun çocukluk dönemini geride bırakarak ergenlik çağıyla birlikte gençlik yıllarına adım attığında bütün dini inancını bir kenara bırakmasında ve ibadetlerini terk etmesinde, çocukluk yıllarında aldığı eğitim tarzı büyük rol oynamaktadır.

Aşağıdaki satırlarda, ailede verilen din eğitiminin çocuk için ne denli önemli olduğunu, ülkemizdeki mevcut durumu ve eğitim sistemimizi de göz önüne alarak değerlendirmeye çalışacağız.



Okulöncesi Dönemde Ailenin Önemi
“İnsanın dünyaya geldiği esnada zayıf ve yardıma muhtaç bir varlık oluşundan” bahseden ayet (Rûm suresi 54. ayet), günümüzün pedagoji ve psikoloji disiplinlerince de kabul edilen,(2) “insan yavrusunun bakılmaya ve korunmaya ihtiyacı oluşuna” asırlar öncesinden işaret etmektedir. Acaba ona bu zayıf halinde ilgiyi, şefkati ve yardımı kim ya da hangi müessese sunacaktır?

Evrende, sayıları milyonları bulan varlıklar yaratan Yüce Yaratıcı, kimilerine, daha dünyaya gelir gelmez, kimilerine ise kısa sayılabilecek süreler sonrasında kendi kendilerine yetebilme kabiliyetini bahşetmişken, insan gibi en değerli varlığa, ancak uzun yıllar sonra kendi kendini idare edebilme yeteneği vermiştir. Hakikaten insan, diğer varlıkların aksine, kendisine ilgi gösteren birisinden yoksun kalması durumunda hayatını devam ettiremeyecek kadar acz ve za'f içindedir. İşte bu gerçekten hareketle, Allah Teala'nın, insan yavrusu için, dünyaya gelmesinde vesile olan anne babaya ayrı bir şefkat ve merhamet lütfederek, onun bu aciz ve zayıf durumunu çocuk lehine döndürdüğünü söyleyebiliriz. Zira bilinen bir gerçektir ki, istenmeyen bebekler bile çok kısa bir süre içinde etrafındakileri cezb ederek kendisine bağlamakta ve sevdirmektedir. İşte bu noktada şunu ifade etmeliyiz ki, bu şartlar dahilinde dünyaya gelen çocuk için, ona ilgiyi, bakımı ve şefkati en mükemmel şekilde sunacak olan ancak anne-babasıdır, bir diğer ifadeyle aile ocağıdır.

Yapılan pek çok araştırmada, çocuğu insan olma yolunda ilk yönlendiren, ona mensubu bulunduğu kültürel değerleri kazandıran tek sosyal kurumun da yine aile olduğu sonucuna varılmıştır.(3) Özellikle okul öncesi dönemde çocuk kendisini özdeş tutacağı model olarak anne ve babasını alır. Onların özellikleriyle değer yargılarını örnek olarak benimser; hareketlerini, konuşma ve davranışlarını taklit etmeye uğraşır. Bir başka deyişle çocuk, dış dünyayı anne babasının gözlüğü aracılığıyla görmeğe çalışır.(4) Çünkü çocuk bir modele, bir örneğe muhtaçtır ve çocuk gerek sosyal gerekse dini tutumlarını geniş ölçüde aile içinde anne babasının konuşma ve davranış modellerinden elde eder.(5) Gerçekte bu örnek veya model çocuğun ruhuna işlemekte, duygularına tesir etmekte ve onu belli bir yöne çevirmektedir. Böylece çocuk, sahip olduğu taklit özelliğiyle, güvendiği ve aynı zamanda etkisinde kaldığı anne babasını kopya etmeye çalışmaktadır. Öte yandan çocukların, anne babalarının yaşadıkları dini tecrübelerde sergiledikleri derunî davranışları duyarlı bir şekilde hissettikleri ve bundan da oldukça etkilendikleri bilinmektedir.

Bu konuda yapılan diğer bazı çalışmalar da, çocuklar üzerinde en önemli etkiyi anne baba davranışlarının yaptığını, olumlu davranışların doğrudan çocuğa yansıdığını(6) ve onun dini yaşantısına da olumlu bir şekilde katkıda bulunduğunu da ortaya koymaktadır

Dolayısıyla, sahip olduğu dini duygunun varlığıyla inanmaya meyilli ve meraklı olan çocuğun, sağlıklı ve dengeli bir biçimde ilgi görmesi gerekmektedir. Bunun da ilk olarak pratikleştiği ve değer kazandığı kurum aile olmakta ve dini prensiplerin uygulandığı bir ailede yaşayan çocukta dini kavramların daha erken yaşlarda ortaya çıktığı gözlenmektedir. Zaten psikologlar da çocuk dindarlığının gelişmesinde yetişkinlerine önemli etkilerini tespit ederek, neticede dini uyanışı, yetişkinlerin teşvik, destek ve etkilerine bağlamaktadırlar.(7) Sonuç olarak, diyebiliriz ki, aile ilk yıllarda çocuğun her yönden gelişmesi hususunda tek sorumlu sayılır ve çocuk ona karşı gösterilecek ilgi ya da ilgisizliğin doğal bir sonucu olarak küçük yaşlardan itibaren aile içinde “dindar” ya da “dine karşı ilgisiz” olmaya başlar.

Çocuğun din eğitiminde ailenin önemini sosyal psikolojik yönden ele alan bu kısa giriş bilgilerinden sonra konuya bir de dinin ana kaynakları açısından yaklaşmak istiyoruz.

“Ey iman edenler! Kendinizi ve aile efradınızı cehennem ateşinde koruyunuz” meâlindeki Tahrim suresinin 6. ayetiyle, ailenin eğitiminden ve bununla birlikte aile kurumunda yaşayan fertlerin bakımı, korunması ve kollanmasından da aile reisleri sorumlu tutulmaktadır. Tabiatıyla bu görevin ifasında, aile reisi olan babanın en yakın yardımcısı anne olacaktır, olmalıdır.

Yeri gelmişken burada, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in fıtratla ilgili hadisini ele almak istiyoruz. Hadisin çeşitli varyantlarından biri olan ve Sahih-i Müslim’de yer alan ifade şekli, söz konusu hadisin bugüne kadar ele alınış tarzından daha farklı ve daha önemli bir mesaj vermektedir. Zira en çok bilinen ve duyulan şekliyle fıtrat hadisi, “Doğan her çocuk fıtrat üzere doğar, sonra ebeveyni onu yahudileştirir veya hristiyanlaştırır” şeklindedir.(8) Oysa bahsini ettiğimiz ifadede Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

“Her insanı annesi (Allah’a inanmaya yetenekli ve dînî inancı kabul etmeye elverişli bir) fıtrat üzere dünyaya getirir. Sonra ebeveyni onu yahudi, hristiyan veya mecusi biri haline getirir. Eğer ana babası müslüman iseler çocuk da müslüman olur.”(9)

Bu ifade biçiminde, anne babadan oluşan aile kurumunun etkisi bariz bir şekilde ortaya konulmakta ve ailenin çocuğun dînî tercihi konusunda ne derece etkili olduğu bariz bir biçimde vurgulanmaktadır. Hz. Peygamber’in bu veciz ifadesi sosyal bilimlerin ortaya koyduğu gerçeklerle daha iyi anlaşılmaktadır. Zira burada hem ırsî bir faktör olan fıtrat kavramından hem de çocuğu mensubu bulunduğu toplumun dinine yönelten çevre faktöründen birlikte bahsedilmektedir. Konuyla ilgili sözlerimizi İmam Gazali’nin, şu anlamlı ifadeleriyle tamamlayalım:

“Çocuk ana babasının yanında bir emanettir. Onun temiz kalbi tamamen boş, saf ve kıymetli bir cevherdir. O her türlü nakışa kabiliyetli olduğu gibi, meylettirildiği her şeyi almaya da elverişlidir. Eğer çocuk hayra alıştırılır, hayırlı şeyler öğretilirse, hayır üzere büyür, dünya ve ahirette mesut olur.”(10)



Ülkemizde Mevcut Durum
Yukarıda aktarılan bilgilerden sonra şimdi ülkemizdeki aileleri okulöncesi dönemde çocuklarının din eğitimiyle ilgilenmeleri açısından ele almak istiyoruz. Genel bir bakış açısıyla bakıldığında ülkemizdeki aileleri dört grupta ele almak mümkün görünmektedir.



1. Grup: Çocuklarına Din Eğitimi Verme Gereğine İnanmayan Aileler

Bu aileler çocuklarının din eğitimleriyle ile ilgilenmelerinin gereğine inanmayan, din insan için önemli bir unsur olmadığı görüşüne sahip ailelerdir. Bu tür aileler, din derslerinin seçmeli dersler arasında olduğu yıllarda, çocuklarına bu derslerin verilmesini istemeyen kimseler olduğu gibi, günümüzde de din derslerinin çocuklar için zararlı olduğunu, çocuğun din adına anlatılanlardan dolayı aklının karışacağını iddia etmektedirler. Bu arada bazı örnekleri ileri sürerek, din dersleri programlarını, öğretmenleri ve din eğitimi kurumlarını da sık sık eleştirmektedirler. Bu tür ailelerde yetişen çocuklar din eğitimi adına hiçbir şey almadıkları gibi, dini pratikleri yaşama açısından oldukça yetersiz olan anne babalarından bu yönde de olumlu bir şekilde etkilenememektedirler. Yine bu tür ailelerde dini bilgiye yeterince ve doğru bir şekilde sahip olunmadığı için hatalı telkinlerde de bulunulabilmektedir. Sözgelimi, bazı çevrelerde rastlanıldığı üzere, Cenâb-ı Hak, çocuklara “Allah Baba” şeklinde tanıtılmakta, böylece içinde yaratılıştan var olan iman cevheri yanlış yöne kanalize edilerek köreltilmektedir. Hristiyanlıktaki teslis inancının kötü bir taklidi olan bu ifade tarzının İslâm akidesine tamamen ters düştüğünü yeri gelmişken belirtmeliyiz. Kısaca, bu tür ailelerdeki çocuklar, ilk çocukluk yıllarında almaları gereken dini bilgileri alamamakta, dini duygularının gelişmesine imkan tanınmamakta ve dini bilgi bakımından da son derece yetersiz bir durumda yetişmektedirler. Salt ahlaki kurallar ve toplumun değer yargılarının, çocuğun yüce bir kudrete inanma ve bağlanma ihtiyacını gideremeyeceği ve çocukta vicdan duygusunun gelişmesine yardımcı olmayacağı da bir gerçektir. Öte yandan bu tür ailelerde yetişen çocukların çocukluk yıllarında almaları gereken bu bilgileri sonraki yıllarda da alamamaları durumunda ortaya, dini kavramlar ve dini terminoloji bilgisinden yoksun bir entelektüel tipi çıkmakta ve sözgelimi bir haber spikeri olarak “Sayın seyirciler! Bu yıl hac günlerinin Kurban Bayramına denk gelmesi sebebiyle büyük izdiham yaşanıyor(!)” şeklinde haber geçebilmekte ya da bir TV sunucusu olarak “Yüce Allah bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor(!)” diyebilmektedir.



2. Grup: Din Eğitiminin Gereğine İnanan Ancak Bunu Gerçekleştiremeyenler

Bu gruptaki aileler, çocuklarının din eğitimiyle ilgilenmelerinin gereğine inanan ancak dini bilgi bakımından yeterli düzeyde olmadıkları için bu konuya gereken ilgiyi gösteremeyen ve çocuklarını ilkokul yıllarına kadar eğitimsiz bırakan ailelerdir. Yine bu aileler, din eğitiminin ilkokulda verilmesinin daha doğru olduğunu zannetmektedirler. Oysa yapılan araştırmalarda öğrencilerin 2/3’ü, “haftalık ders saatinin yetersizliğinden”, ??ü “öğretmenlerinin davranışlarından ve derslere gerektiği şekilde önem vermediklerinden” yana şikayetçidirler. Denilebilir ki, -en iyimser bakış açısıyla bile- öğrencilerin 2/3’ü çeşitli sebeplerle, din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinden istenen faydayı sağlayamamaktadır.

Böylesi ailelerde yetişen çocuklar dini duygu ve dini uyanış bakımından gecikmeye maruz kalmışlar ve aileden almaları gereken eğitim-öğretimi alamamışlardır. Şayet bu aileler dini prensipleri bir parça yaşayan kimseler ise, çocukların kaybı o derece az olmakta, dini prensiplerin yaşanmaması durumunda ise kayıp daha fazla olmaktadır. Böylesi ailelerde yetişen çocukların, anne babalarının ibadetlerinden ne denli etkilendiklerine dair sonraki yıllardaki değerlendirmelerinden birkaç bulgu aktarmak istiyoruz.

“16 yaşındayım ve babamı bir kez bile namaz kılarken, secde ederken görmedim. Çok üzücü bir şey benim açımdan... Namaz kılsa ve bizi de teşvik etse gerçekten büyük mutluluk duyardım.” (Kız, 16 yaş)

“Ailem ibadetler konusunda benimle pek ilgilenmiyorlar. Kendileri de gevşek davrandıkları için, teşvikleri beni pek etkilemiyor. İbadetlerimi düzenli olarak yaptığımı söyleyemem.” (Erkek, 16 yaş)

“İbadete beni sadece annem teşvik eder. Babamın teşviklerini ise umursamıyorum. Çünkü o söylediklerini kendisi yapmıyor.” (Kız, 16 yaş)

Bu ifadelerin sahibi olan öğrencilerin diğer sorulara verdikleri cevapları analiz ettiğimizde, bu öğrencilerin, ailelerinden din eğitimi almadıkları ve anne babalarının dini prensipleri yaşama konusunda gevşek davrandıkları ortaya çıkmıştır.

Sonuç olarak, yedi-sekiz yaşlarına kadar, din eğitimi yönüyle temel bilgiler verilmemiş çocukların ilkokuldaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersiyle ancak 4. sınıftan itibaren karşılaştığını hesaba katacak olursak, bu grupta yer alan çocukların da din eğitimi ve öğretimi yönüyle şanssız sayıldıkları söylenebilir.



3. Grup: Çocuklarına Din Eğitimi Veren Ancak Hatalı Davranan Aileler

Bu gruptaki aileler, özellikle Anadolu’da “geniş aile” tipini oluşturan ve çocuklarının din eğitimini geleneksel şartlarda yerine getiren ailelerdir. Dini prensiplerin az ama çok yaşandığı bu ailelerde, din eğitimi ve öğretimi çoğu kez dede, nine, anne, baba bazen de yakın akrabalar tarafından yaygın eğitim tarzıyla yapılmaktadır. Dolayısıyla, çocuk psikolojisinin gereklerine uyularak belli kurallar çerçevesinde bir eğitim verildiği söylenemez. Bu nedenle, verilen din eğitiminde düşülen bazı yanlışlıklar, ileriki yıllarda çocuğun ibadetlerini ve inancını terk eden biri olmasına sebebiyet verebilmektedir. Bu ailelerde dikkati çeken özelliklerden biri şudur. Çocuktaki vicdan gelişimi “Allah korkusu”yla sağlanmak istenmekte ve çocuğu istenmeyen davranışlardan vazgeçirmek için yine “Allah korkusu”na başvurulmaktadır. Sık sık “Allah seni cezalandırır/Gözünü kör eder/Cehennemde yakar/Seni taş yapar” gibi tehditlerle sindirilen çocuk, bu sayede Allah Teala’yı çocukları cehenneminde yakan, onları taş yapan, gözleri kör eden bir varlık olarak tasarlamakta ve Allah’ı daha henüz sevemeden ondan korkmaya başlamaktadır. Halbuki, doğru olan şudur: Çocuk ergenlik çağına kadar dini bakımdan herhangi bir sorumluluk ve yükümlülük taşımamaktadır. Allah Teala’nın onlara sağladığı bu müsamaha onlardan esirgenmemelidir. Ve çocuğa her şeyden önce Allah sevgisi aşılanmalı ki, o da sevdiği ve sevgisini içinde hissettiği yüce Yaratıcıya her hal ü karda ibadetten zevk alabilsin.



4. Grup: Din Eğitimini En İdeal ½artlarda Veren Aileler

Bu grupta yer alan aileler ise, dini bilgileri çocuğa kazandırmanın bir anne babalık görevi olduğu şuurunda olanlar ve bu düşünceden hareketle çocuklara dini bilgileri aktarmanın çabası içinde olanlardır. İster “geniş aile”, ister “çekirdek aile” tipinde olsun, bu tür ailelerde çocukların din eğitimleri, genellikle bu konuda bilgisi olan dede, nine, anne baba veya diğer yakınlar tarafından yerine getirilmekte, yeri ve zamanı gelince de diğer eğitim kurumlarıyla bu eğitim desteklenmeye çalışılmaktadır. Ancak yaygın veya örgün eğitim kurumlarına (cami kursları ve okullar) gönderilirken de bu ilgi ve ihtimam devam etmektedir. Yani ebeveyn, çocuğunu evden göndermekle görevinin bittiğini düşünmemektedir. İdeale yakın diyebileceğimiz bir şekilde din eğitimi ve öğretimi veren bu aileler genellikle dini bilgiler bakımından yeterli ve kendini geliştirmeyi arzu eden, bunun yollarını araştıran kısmen yüksek, büyük oranda ise orta tahsilli insanlardır. Böylesi ailelerde yetişen çocukların sonraki yıllarda yaptıkları değerlendirmelerden birkaç örnek aktarmak istiyoruz.

“Bana çocukluk yıllarımda hep sevgi ve hoşgörüyle davranıldı. Bugün tutarlı ve olumlu davranışlara sahipsem, bunda ailemden aldığım dini eğitimin büyük rolü var.” (Kız, 17 yaş)

“Benim için en etkili örnek ailemin, gözümün önünde namaz kılmalarıydı” (Erkek, 18 yaş)

“Ailem ibadetlerini yerine getiren kimseler oldukları için teşviklerini olumlu karşılıyor ve onlarla birlikte ibadetlere katlıyordum.” (Erkek 16 yaş)



Sonuç olarak şunlar söylenebilir:

Aile, okul öncesi eğitimin her safhasında gerek tutum ve davranışların kazandırılmasında, gerek karakterin şekillenmesinde ve gerekse din eğitiminde en önemli rolü üstlenen kurumdur. Onun bıraktığı eksikliği bir başka müessesenin doldurması da söz konusu değildir. Ülkemizdeki mevcut durum ise -gerek okullarda yeterli bir eğitimin olmayışı, gerekse ailelerin bu işi gereğince ciddiye almamaları sebebiyle- pek iç açıcı değildir. Anne babaların evliliğin ilk yıllarından itibaren çocukları tanımaya ve onları eğitmeye yönelik tüm çabalarını sergilemeleri hem kendileri, hem çocukları hem de ülkemizin geleceği açısından son derece önem kazanmıştır. Çünkü artık bilinen bir gerçek var ki, inanç duygusundan ve moral değerlerden uzakta kalan gençlik, sınırsız özgürlüğün sarhoşluğu içinde her geçen gün biraz daha çıkmazın içine sürüklenmekte, ahlaki dejenerasyonun türlü şekilleri hem onları hem de tüm toplumu tehdit eder hale gelmektedir. Ne dersiniz, bu hale gelmemizde anne babalar olarak hiç sorumluluğumuz yok mu?...

Daha iyi bir gelecek ve güzel günler temennisiyle, sağlıcakla kalın efendim...



Dipnot ve Kaynaklar
1- J.Jacques Rousseau, Emil (çev.H.Z.Ülken, A.R.Ülgener, S.Güzey) 6. bs. İst.1966, s.54; 2- Feriha Baymur, Yeni Doğmuş Çocuk ve Süt Çağında Eğitim, Ank. 1952, s.14; Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, 7. bs. Ank.1984.; 3- Neda Armaner, Din Psikolojisine Giriş I, Ank.1980, s.89. A. Vergote, Çocukta Din (çev.E.Fırat) AÜİFD, XXII, Ank. 1978, s.316.; 4- Haluk Yavuzer, Ana Baba ve Çocuk, İst. 1986, s.24.; 5- İbrahim Özgür, Çocuk Psikolojisi, İst. 1972, s.220.; 6- Haluk Yavuzer, Çocuk Eğitimi El Kitabı, 7. bs. İst 2001, s.101; 7- Hans Remplein, Die Seelische Entwicklung des Menschen im Kindes und Jugendalter, 14 aufl. 1966, s.254.; 8- İlgili hadis için bkz. Buhari Cenaiz, 79; Müslim, İman 264; Kader 23-25.; 9- Parantez içindeki ifade Fıtrat?ın kelime anlamıdır. Bkz. İbn Manzur, Lisanül-Arab, Beyrut, ts. V,56; Fıtrat kavramı hakkında geniş bilgi için bkz. Mehmet Emin Ay, Çocuklarımıza Allah?ı Nasıl Anlatalım, 12. bs. İst. 2001, s.79.; 10- Gazali, İhyau Ulumid-din, İst.1321, II,72.