Vahiy Karşısında Peygamber
RASULULLAH BİR MELEK OLMADIĞI GİBİ ALLAH’IN HAZİNELERİNE DE SAHİP DEĞİLDİ. MÜ’MİNLERİN ARASINDAN SEÇİLEN ELÇİ DE ŞÜPHESİZ Kİ ONLAR GİBİ İNSANDIR.
19/10/2009 - 14:55

vahy insanı inşa eder ve harekete geçirir.

Hz. Muhammed’in vahy karşısındaki durumuna farklı açılardan bakılabilir.

1- O beklenen bir elçi idi
O özellikleri Tevrat ve İncil’de yer alan, gelişi Hz. İsa tarafından müjdelenen, beklenen elçi idi (Saff 61/6, A’raf 7/157).
Peygamber (s) buyuruyor:
“Benim çeşitli isimlerim vardır. Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben toplayıcıyım, insanlar benden sonra haşrolunacaklar. Ben mahvediciyim ki, Allah benimle küfrü mahvedecektir. Ve ben sonuncuyum.” (Buhari, Tefsir 61, Menâkıb 17; Tirmizî, Edeb 67; Darimî, Rikak 59).
Hz. Peygamber (s) Medine’ye hicret ettiği zaman, Medine ve çevresinde ikamet eden birçok Yahudi kabilesi vardı. Bunlar kitap ehli oldukları için peygamberlerin hangi şartlarda gönderildiğini biliyorlardı. O gün dünyanın içinde bulunduğu şartlara bakarak son peygamberin gelme zamanının yaklaştığını, ama bu peygamberin kendi aralarından çıkacağını düşünüyorlardı. Bu gerçekleşirse, Araplar’a karşı ezikliklerinin ve güçsüzlüklerinin sona ereceğini umuyorlardı (C. Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Daveti, 51).

2- O bir beşer/insan idi
Peygamber (s) bir melek veya olağanüstü bir varlık değil, bir beşer/insan/âdemoğlu idi. Onun bu sıfatının vurgulanması şüphesiz ki, ölümlü bir kimse aracılığıyla gönderilen mesajın ölümsüzlüğüne vurgudur:
“De ki: Elbet ben de sizin gibi ölümlü insanım. Bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabb’ine kavuşmayı umuyorsa, işte o Allah’ı razı eden imanına layık işler yapsın ve Rabb’ine kulluk ederken hiç kimseyi O’na ortak koşmasın” (Kehf 18/110. Bir benzeri: Fussilet 41/6).
O bir melek olmadığı gibi Allah’ın hazinelerine de sahip değildi (En’am 5/50).
Mü’minlerin arasından seçilen elçi de şüphesiz ki onlar gibi insandır (Âl-i İmran 3/164).

3- O ümmî idi
         ‘Ümmî’, anneye mensup, anasından doğduğu gibi kalan, okuma-yazma bilmeyen demektir (Müfredât, 26, Lisanu’l-Arab, 1/159).
         Kavram olarak  ‘ümmî’, yalnızca okuma-yazma yoluyla elde edilen bilgileri bilmeyen, doğal hali üzere kalan kişiyi anlatır.
Allah (c) insanları ümmî bir elçiye uymaya çağırıyor (A’raf 7/157-158).
Âyetlerde geçen ‘ümmî peygamber’ ifadesi Peygamber’in okuma yazma bilmemesi anlamına gelebileceği gibi, Kitap Ehli’ne mensup olmayan peygamber şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim Cuma Sûresi’nin 2. âyetinde onun hakkında, “Tevrat’ı bilmeyen, bir kutsal kitaba muttali olmayan’ vurgusu vardır (Hayat Kitabı Kur’an, 1/295).
“Ümmî” sıfatını ister okuma-yazma bilmeyen ve dolaysıyla bu yolla elde edilebilecek bilgileri öğrenmeyen, isterse kendisinden önceki kitaplara muttali olmayan şeklinde anlayalım, sonuç değişmez. Peygamber (s) vahiy alıyordu ve vahiyle aldığı bilgilerin hiçbirini daha önceden öğrenmemişti.
Bu, daha sonradan onun hakkında, “ona öğretiliyor”, “kitap ehlinin kaynaklarından alıyor”, “şair olduğu için ona ilham ediliyor” gibi yapılan bütün iftiraları reddeden bir bildiridir (Şûra 42/52, Hûd 11/49).
Peygamberliği ve vahy kurumunu anlamayanlar veya anlamak istemeyenler, peygamberlerin kendi zamanlarının en bilgili kişileri olduklarını veya olmaları gerektiğini zannederler. Halbuki peygamberler, duyularla ve akılla elde edilen bilginin değil, duyularüstü yani vahiyden kaynaklanan bilginin tebliğcileridir. Onların tebliğ ettiği bilgi (ilim) akıl dışı değil, fakat akıl ve idrak üstüdür. 
Yine peygamberler, yeni bir din icatçısı değil, vahiyle kendilerine bildirilenleri insanlara açıklayan, öğreten ve uygulayan kimselerdir. Dolayısıyla onların da diğer bilginler gibi yazılı ve sözlü entelektüel bilgilere sahip olmaları gerekmez.                    
Bu açıdan ümmî’lik sıfatı Peygamber için bir eksiklik değil, bilakis bir şeref ve aynı zamanda mucizedir. O’nun kırk yaşından sonra İslâm adına olan faaliyetleri ancak kendisine ‘vahy’ gelen bir nebinin/elçinin işidir.
 
4- O’na vahyediliyordu
Hz. Muhammed (s) hem rasûl hem de nebi idi. "Rasûl" denilmesi Allah'a izâfeten, "Nebî" denilmesi ise kullara nisbetendir. Yani, o Allah'ın elçisi olması bakımından Rasûl, insanlara Allah'ın emirlerini tebliğ edip haber vermesi bakımından da Nebî’dir.
Her iki durumda da o kendisine vahyedilen bir elçi idi. Nisa Sûresi’nin 163. âyetinde vurgulandığı gibi, Allah (c) Kur’an’da adı geçen 25 peygambere ve adı Kur’an’da geçmeyen bütün peygamberlere vahyettiği gibi O’na da vahyetti. Allah (c), insanlara bildirmek istediklerini ‘Hatemu’l-enbiya’  olan Hz. Muhammed’in elçiliği aracılığıyla bildirdi.    
"Göründüğü zaman yıldız şahit olsun! Arkadaşınız ne sapmıştır, ne  kanmıştır ne de kendi keyfinden konuşmaktadır; bu (Kur’an), kendisine indirilen vahiy’den ibarettir” (Necm 53/1-4. Ayrıca bak: Sâd 38/86, Şûra 42/13).

4a- Vahyin Durumu
aa- Vahiy nedir?
‘Vahiy’ sözlükte gizli ve süratli bir şekilde bir şeyi bildirmek demektir. (Müfredât, 809)
‘Vahiy’ bundan başka, gizli konuşmak, seslenmek, fısıldamak, emretmek, ilham etmek, ima ve işaret etmek, acele etmek, mektup yazmak gibi anlamlara da gelmektedir (Lisânu’l-Arab, 15/171).
bb- Vahyin mahiyeti
Vahiy, en geniş kapsamıyla şöyle tanımlanabilir:
“Rabb’imizin, genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilahi emir, yasak ve haberlerin tümünü aracı ile veya aracısız olarak, gizli ve hızlı bir yolla peygamberlerine iletmesidir” (M. Demirci, Vahiy Gerçeği, 27).
Vahy’in sözlük ve kavram anlamına bağlı olarak iki alanı vardır. Vahyin genel alanı bütün varlıklara ilişkin, özel alanı ise yalnızca peygamberlere aittir.
Buna göre, Allah’ın yere ve arıya vahyi, emir ve bir işi yaptırma (Nahl 16/78-79; Zilzâl 99/4-5; Fussilet 41/12), Zekeriyyya’nın kavmine vahyi, işaret (Meryem 19/11), Hz. Musa’nın annesine ve havarilere vahyi, ilham (Maide 5/111; Kasas 28/7), meleklere vahyi, emir ve bildirme (Enfal 8/12), şeytanların birbirlerine ve dostlarına vahyi ise telkin/fısıldama (En’am 6/112, 121) manalarına gelir.
Vahiy, fiil olarak ele alınırsa yukarıdaki anlamları, eğer isim olarak ele alınırsa peygamberlere vahiy yoluyla gönderilen şeyin muhtevası manasına gelir. Öyleyse vahiy aynı zamanda Kur’an’ı ve İslâm’ı da ifade eder. Kur’an, Allah’ın vahyi, İslâm vahiy dinidir.
Vahiy bir ilahi kurumdur ve yalnızca peygamberlere aittir. Vahiy ile gelen her şey kesin ilimdir ve muhatapları bağlar. 
Burada üzerinde durduğumuz asıl anlam, kurumsal anlamdaki bu vahiydir.

4b-Vahiy Karşısında Hz. Muhammed’in Konumu
aa- Vahye hazırlık safhası 
- Kişilik olarak: Hz. Muhammed (s), İbrahim peygambere kadar çok temiz bir soydan geldiği gibi, yaşadığı devrin bütün çirkin ve aşırı davranışlarından da uzaktı. O, bütün peygamberlerde olan ‘ismet/günah işlemekten korunma’ sıfatına sahipti. Cahiliye toplumunda o’nun ‘el-Emîn: Güvenilir’ sıfatı kazanması, nübüvvete kişilik olarak hazır olduğunu gösterir.
 - Riyaziyat olarak: Tarihen sabittir ki, Hz. Muhammed peygamber olmadan önce, birkaç yıl boyunca yalnızlığı, tabiatla başbaşa kalmayı, hal diliyle Rabb’ini tefekkür etmeyi sıklaştırmıştı. Bunun için daha çok Mekke’nin yakınındaki Hıra mağarasını seçer, bazen orada günlerce inzivada kalırdı.
bb- Vahyi alırken durumu
- Fiziki anlamda: “Çünkü Biz, sana ağır bir söz indireceğiz” (Müzzemmil 73/5).
Bu ağır sözle muhatap olmak, onu almak, Cebrail ile karşılaşmak, beşer seviyesiyle melek seviyesinin buluşması kolay değildi. Nitekim vahiy geldiği zaman onun izleri Peygamber’in fiziki durumunda da görülürdü.
Kaynakların bildirdiğine göre vahiy geldiği zaman Peygamber’in vücudu titrer, yüzünün rengi değişir, soğuk günlerde bile şapır şapır terlerdi. Eğer vahyin inzali sırasında devede ise, deve bu ağırlığa dayanamaz, çökerdi; Peygamber ondan inmek zorunda kalırdı. Vücudu ağırlaşır, tesadüfen birinin dizi onun dizi altında kalırsa, bu ağırlık hissedilirdi. Bazen Peygamber’in yanında arı uğultusuna benzer sesler işitilirdi (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Usulü s: 50).
- Vahyi doğrudan alması (İlka edilmesi): Gelen vahiy, Peygamber’imizin hem kalbine hem de hafızasına işlenir ve vahiy bir daha onun kalbinden ve hafızasından çıkmazdı (A’la 87/6; Kıyame 75/16-18).
Peygamber (s) sorulan bir soru üzerine şöyle cevap verdi:
“(Cebrail) bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra o benden ayrılır” (Buhari, 1-2; Müslim, 4/1817; Nesâî, 2/146).

bb- Harekete geçmesi (inşa süreci):
Vahiy muhatabını harekete geçirir demiştik ya, Kur’an, Hz. Muhammed’in
vahyi alır almaz harekete geçmesini emrediyor. Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin baş tarafındaki âyetler, Duha, İnşirah gibi sûreler Hz. Muhammed’in peygamberlik şahsiyetini inşa etme âyetlerdir.
“Sen ey ağır yük yüklenen (Nebi)! Gece yarısı, ondan biraz önce ya da sonra (farketmez), ve Kur’an’ı sindire sindire oku.” (Müzzemmil 73/1-4).
“Sen ey içine kapanan (kişi)! Kalk ve (insanları) uyar” (Müddessir 74/1-2).
Peygamber’in vahye sımsıkı sarılması gerekir. Çünkü ona gösterilen yol dosdoğru bir yoldur (Zuhruf 43/43; Yunus 10/109; Ahzab 34/2). O, bununla kişilik kazanacak, peygamberlik kabiliyetine ulaşacak ve vahyin gereğini yapmak üzere harekete geçecektir.
Hz. Muhammed’in bütün bir peygamberlik hayatı bu çalışmayla geçmiştir. Cahiliye toplumu insanlarını, İslâm’ın akidesiyle eğiterek, onların ruhlarında, anlayışlarında, ahlâklarında, varlık felsefelerinde, hayat bakışlarında köklü bir inkılâp meydana getirdi.

cc- Gereğini yapması:
Peygamber (s) vahyin gereğini yapar. Savsaklamaz, tehir etmez, yanlış
yapmaz, adaletten ayrılmaz, en güzel bir biçimde davranır.
“Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen hakikati tebliğ et! Eğer bunu (tam) yapmazsan, O’nun mesajını (hiç) tebliğ etmemiş olursun” (Maide 5/67).
Peygamber (s) kendisine indirilen vahiyle, yani ilahi hükümlerle hüküm verir. Cahillerin ve yoldan çıkmışların ortaya koydukları hükümlerin/değerlerin fazla bir önemi yoktur.
“Sana da, hakikatin ifadesi olan bu Kitab’ı, geçmiş vahiyden geriye kalan hakikatleri doğrulayıcı ve onların doğrusunu yanlışından ayırt edici olarak gönderdik. O halde artık onların aralarında Allah’ın indirdiklerine uygun olarak hüküm ver; sana gelen hakikati bırakarak onların keyfî yargılarına uyma...” (Maide 5/48, 42. Ayrıca bkz.: Yunus 10/15; A’raf 7/203; En’am 6/19).
 
5- O vahyi açıklamakla görevliydi
Peygamber’in (s) vahiyle ilgili görevini üç başlıkta toplamak mümkün: Tebliğ, beyan ve örneklik.
O vahyedileni eksiksiz ve ekleme yapmaksızın muhataplara ulaştırır, haber verir, duyurur. Sonra da gerek sözlü, gerek uygulamalı, gerekse işaretle tebliğ ettiği vahyin maksatlarını açıklar ve kendi hayatında tatbik ederek bütün insanlara örnek olur.
Bu da onun vahyin şahidi olmasının sonucudur (Bakara 2/143; Ahzab 33/45; Müzzemmil 73/15).
 “Size Rabb’imin vahyettiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum” (A’raf 7/62, 68. Ayrıca bkz.: Şûra 42/7; En’am 6/50).
“Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düşükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için (o Kitap) yol gösterici olsun” (Nahl 16/64).
 
6- O vahy’i herkese duyurmakla görevli idi
O sadece Arapça konuşanlara, Hicaz bölgesine veya kendi yaşadığı çağa değil, kıyamete kadar bütün insanlara, bütün iklimlere gönderilmiş bir elçi idi.
“(Ey Nebi!) Biz seni ancak, bütün insanlık için bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; ama insanların çoğu bunun farkında değillerdir” (Sebe’ 34/28).

7- O vahyi okumakla, kıraat ve ta’lim etmekle görevli idi
“Yaratan Rabb’inin adıyla oku!” (Alak 96/1).
Buradaki okuma sıradan bir yazıyı, bir kitabın satırlarını okumak gibi değildir. Vahy’i ‘okumak’ elbette farklı bir şeydir. Buradaki okumanın bir ‘yap’ emri olduğunu, vahy’in bununla önce Peygamberi, sonra da muhataplarını inşa etmek istediğini hatırlamak gerekir.
“Gecenin yarısında (kalk) yahut bunu biraz eksilt veya bunu biraz artır ve ağır ağır Kur’an oku” (Müzzemmil 73/4).
 Alak Sûresi’nin ilk âyetindeki ‘oku’ ilk muhatabı için ‘vahyi Allah adına ilet’, tüm muhataplar için “iletileni al ve oku” şeklinde anlamak mümkün. Varlığı Allah adına okuma çabası, onu Allah’a referansla anlama çabasıdır. (Hayat Kitabı Kur’an, 2/1278).
Bir başka âyette ‘utlu’ fiili ile gelen okumanın, izlemek ve iletmek manasında kullanıldığını görüyoruz (Kehf 18/27).
Ra’d Sûresi’nin 10. âyetinde geçen okumayı ‘vahy’i muhataplarına iletmek, duyurmak, öğretmek, uygulayıp göstermek şeklinde anlayabiliriz.

8- O, Vahyi muhafaza etmekle görevli idi
Bilindiği gibi Peygamber’imiz (s) kendisine gelen vahyi sahabilere öğretiyor, vahiy kâtiplerine o günkü yazma malzemelerine yazmalarını emrediyordu. Böylece vahiy yoluyla gelen Kur’an, tümüyle hafızalarda ezberlendi, yazı ile kayıt altına alındı ve korundu.

9- O, Kur’an’la cihad ediyordu
Hz. Muhammed’in (s) bütün bir peygamberlik hayatı bir ‘cihad’ faaliyetidir dense yanlış olmaz. Ancak bu ‘cihad’ bugünkü yaygın -biraz da eksik- anlamıyla fiilî savaş değildir. Cihad ibadetinde, daha çok yoğun çaba, çok çalışma ve elinden geleni yapma manası saklıdır.
         Hz. Muhammed (s), özellikle Mekke hayatında tebliğin bütün sözlü imkânlarını kullanarak insanları doğru yola davet etti. Tıpkı diğer peygamberler gibi, hiçbir zorluğa, hakarete, işkenceye, mahrumiyete, düşmanlığa kulak asmadan yoluna devam etti. Cihadına, yani Allah’tan gelen ilahi daveti insanlara ulaştırma çabasına devam etti. 
         Onun peygamberlik hayatı baştan başa insanı hayrette bırakacak bir çalışmanın, yoğun bir çabanın, bitmek tükenmek bilmeyen bir azmin, ihlâslı bir kulluğun, örnek bir cehdin (cihadın) sahneleridir.
         Bu cehdin Mekke bölümünde sıcak çatışma yoktu. Tamamen davet, ikna etme, anlatma, dikkat çekme, ısındırma, delil getirme, örnek verme, uyarı ve müjde gibi tebliğin imkânları vardı. 
         Mekke döneminin ortalarına doğru indiği tahmin edilen Furkan Sûresi’nde Allah (c), Hz. Peygamber’e ‘cihad etmesini’ emrediyor:
“Madem öyle, artık sen inkârcılara uyma ve onlarla (vahiy) sayesinde tüm gayretini sarf ederek büyük bir cihada giriş!” (Furkan 25/52).
Buradaki cihad’ın harb/kıtal şeklinde değil de akidevî ve fikrî bir mücahede olacağı açıktır. Zira henüz Mekke dönemidir ve burada savaştan söz etmek mümkün değildir.
Rasûlullah (s), Hicret’ten sonra şartlara göre savunma savaşı yaptığı gibi, fitnelere, suçlara ve ihanetlere karşı elbette fiilî cihad imkânını da kullandı.

10- Ümmetin Vahiy karşısındaki durumu
10a- Vahiy ümmet için şeref kaynağıdır:
 “Şüphesiz bu (vahiy), senin ve kavmin için şeref ve itibar kaynağıdır. Fakat zamanı gelince hepiniz (ona karşı aldığınız tutuma göre) hesaba çekileceksiniz” (Zuhruf 43/44).
Bu şeref ve itibar, insanlar arasından çıkarılmış en güzel ümmet olma seviyesini kazandırır (Âl-i İmran 3/110).
Vahiy, kendini benimseyenlere izzet verir, zilletten korur (Yunus, 10/65; Münafikûn 63/8).
Vahy’i hayata tatbik eden Müslümanlar tarihin öznesi oldular. Ümmet olarak hidayette, adalette, güzel ahlâkta, insan haklarında başka toplumlara önder oldular.
Vahy’e sımsıkı bağlanmaları ve hayatlarını vahiy üzere yaşamaları sebebiyle Allah (c) İslâm ümmetini ‘şahitler’ olarak seçti (Bakara 2/143; Âl-i İmran 3/140; Nisa 4/69; Hacc 22/78).
Ancak İslâm ümmetinin bu üstünlüğü ve şerefi isimleriyle değil, fiilî davranışlarına göre şekillenir (M. Esed, Meâl-Tefsir, s.1003).

 10b- Vahiy aksiyona sevk eder
‘Vahiy’ olayında, kendisine haber ulaştırılan veya kendisiyle iletişim kurulan varlık, vahyi aldıktan sonra onun gereğini yapmak üzere harekete geçer. İletilen şey onun üzerinde etkileyici bir rol oynar.
Örneğin, bir peygambere inen vahiy öncelikle ilk muhatabını inşa eder. Onun şahsiyetini şekillendirir, böylece o vahyin temsilcisi haline getirir. Yani öncelikle vahyin muhatabı onun gereğini yapar. Zira vahiy iletişim olduğu kadar da emirdir, haber iletmek olduğu kadar da yönlendirmektir, bildirmek olduğu kadar değerler sunmaktır. Peygamber (s) ‘vahy’i aldıktan sonra durmaz ve hemen harekete geçer. Önce kendisi vahiyle donanır, sonra da gereği yapılsın diye insanlara ulaştırır.
Peygamberin tebliğ ettiği vahyi duyup da kabul eden mü’min de aynıdır. O da öncelikle vahiyle kişiliğini inşa eder. İnancını, bakış açısını, dünya görüşünü ve değerler sistemini vahy’e uygun hale getirir. Sonra da boş oturup beklemez, vahiyle gelen hükümlerin gereğini yapar.
Demek ki ‘vahiy’ sıradan bir iletişim kurma değil, haberin ulaştığı varlık üzerinde etkili olan ve onu aksiyona sevkeden önemli bir yönlendirici kaynaktır. Vahiy, muhatabını ilahi gerçekle (Hakikat’le) buluşturur, onu bu Hakikat doğrultusunda değiştirir.
Nitekim vahiy, her peygamberde yapısal değişiklik ortaya çıkarmış ve onları vahyin canlı bir örneği haline getirmiştir.
Öyleyse ‘vahy’e muhatab olan herkesin, kendi konumuna, gücüne ve melekelerine göre sorumluluğu vardır.
Herhangi bir şekilde, vahyin bir âyetine veya bir bölümüne muhatap olan; peygamber gibi olmasa bile mü’min bir mükellef olarak gereğini yapmakla görevlidir.
Zira vahiy kime ulaşırsa önce onu inşa eder, onun şahsiyetini oluşturur, ondan sonra da onu harekete geçirir. Buna ister vahye inanmanın gereği deyiniz, isterseniz kulluk deyiniz, farketmez.
İster şifahi, ister Kur’an okuyarak vahy’i duyan; ister bir âyet isterse âyetler bütününü okuyan/dinleyen her Müslüman, her ne duydu ise, önce onu anlamak, inanmak, benimsemek ve harekete geçmek zorundadır. Vahy’e inanmanın mantığı budur.
Vahye yürek verene ‘vahiy’ kendisini açar. İhlâsla ona bağlananı inşa eder, yetiştirir, böylece o, vahyin temsilcisi haline getirir. Vahiyle yürek, akıl ve ruh dünyası düzene girmiş bir mü’min; bir taraftan vahyin emrettiklerini yerine getirir, bir taraftan bunu başkalarına, uygun bir dille, uygun bir metodla ulaştırmaya çalışır.
Vahye inanmak yalnızca Rabb’den gelenleri alıp kabul etmek değil; gereğini yapmak, aksiyoner ve üretici olmak; çöküp kalmamak, ayağa kalkmak, vahyin evetlediklerini yapmaya koşmaktır.