Bilincin Çağrısı
Çok hoyrat bir dünyada yaşıyoruz. Hoyrat bir dünya sistemi ve hoyrat bir siyasal barbarlıkla kuşatılmış bulunuyoruz. Ben neyi istersem onu yapabilirim zihniyetinin varlığını sürdürebildiği bir dünyanın, pek çok vesile ile normal olmayan bir dünya olduğunu görüyoruz. Modern Batı dünyasının tahakküm ve egemenlik içgüdüsü bir türlü kontrol edilemiyor. İdeolojik modernlik, modern olmayan her şeyi olumsuz olarak tanımlıyor. Modernite; iyilik ve kötülüğü ahlaki anlamda değil, maddi anlamda değerlendiriyor. Topluma faydası olanı iyi, zararı olanı kötü olarak algılıyor. İnsan’a, insan ruhuna, ahlakına zarar veren kötülükler hiçbir şekilde sorgulanmıyor. Modern hayat tarzı nezdinde daha fazla özgürlük, daha fazla sorumsuzluk, daha fazla kayıtsızlık, daha fazla keyfilik anlamına geliyor.

23/11/2009 - 15:50

Allah’ı ve dini inkâr eden seküler algı, bütün dini değerlerden bağımsız hale gelen bireyden yeni değerler icat etmesi istenmiştir. Bunu başaramayan birey sonunda nihilizm de karar kılmıştır. Modern gerçeklik bir anlam bütününe sahip olamamıştır.  Bu nedenle modern bireyler birbirlerinin sorunlarına karşı duyarsızlaşmıştır. Günümüzde,  modern-seküler algı hayatın her alanında aşırılıklar biçiminde ifadesini buluyor. Seküler algı, İlahi hakikatin yerine araçsal aklı ikame ederken, bütün anlam ve değer sistemlerinin içine ilerleme fikrini koymuştur.

 İçerisinde yaşadığımız dönemde, dünya politikasını tek bir gücün kontrol edebiliyor olması gibi anormal bir durum yaşıyoruz. Amerika da başkanlar değişiyor ancak, Amerikan megalomanisi hiç değişmiyor. İslam dünyası toplumlarında konformist bir düşünce geleneği varlığını sürdürdüğü için Amerikan megalomanisi bir türlü sorgulanamıyor. Her bakımdan güçsüz ve iradesiz hale gelen İslam toplumları,  İslami gruplar/cemaatler, düşünce adamları, gerek Amerika’nın gerekse de ulus-devlet’in, yüzeylerin cilalanması anlamına gelen girişimlerini/açıklamalarını/yorumlarını büyük bir umutla selamlayabiliyor. Amerika, pek çok alanda gücünü ve itibarını yitirmiş olmasına rağmen, ideolojik bir güç olarak dünyayı kendi ilkeleri doğrultusunda yönlendirmeye devam edebiliyor. Egemenlik ve tahakküm ihtiraslarından vazgeçmiyor. İslam dünyası toplumları da bu durumdan çok rahatsız görünmüyor. Amerika’nın egemenlik ve tahakküm ilişkilerine karşı bağımsız bir politik bilinç ve tavır ortaya konulmuyor. Konformist bir siyasal kültür iklimi ile bütünleştiğimiz için, karşı karşıya bulunduğumuz olayların ağırlıklarını/tahribatını gereği kadar değerlendiremiyoruz. Dünyada neler olup bittiğini anlamak için dünyanın bir bütün olarak görülebilmesi gerekiyor. Günümüz dünyası Küreselleşen bir ekonomiyle birlikte, Küreselleşen bir kültür yönünde ilerliyor. Düşüncelerimiz, fikirlerimiz, inançlarımız bizler bu inanç ve düşüncelere bağlı olduğumuz, bunları gereği gibi temsil ettiğimiz sürece hayatlarını sürdürürler. Bir düşünceyi/fikri gereği gibi temsil etmek demek, bu düşünceleri/fikirleri hayatın her alanında görünür kılmak demektir, hissedilir kılmak demektir.           

Amerika’nın yeni başkanı, Türkiye ziyareti sırasında, bütün Amerikan hükümetlerinin her durumunda İsrail’in yanında bulunacağını, İsrail’in dokunulmazlığını, İran’a ise bir şekilde dokunulabileceğini vurguladığı halde, İslam ülkelerinde döktükleri ve dökmeye devam ettikleri masum milyonların kanlarının hesabını vermeden, kimi duygusal ve romantik jestlerle Türkiye’nin gönlünü kazanabilmiştir. İslami kesimlerin, Müslüman aydınların gönlünü kazanabilmiştir. İslami kesimler, Müslüman aydınlar hemen her konuda korkunç bir referans karmaşası/belirsizliği ve bunalımı yaşıyor. Bağımsız bir entelektüel dil/söylem üretemeyenler büyük bir entelektüel yoksunluk ve yoksulluk içerisindedirler. İslam dünyası toplumlarında Kolonyalizmle birlikte başlayan entelektüel bağımlılık maalesef devam ediyor. Müslümanlar için kimi konularda İslam referans kaynağı olmaya devam ederken; özellikle dünyevi olaylar, siyasal olaylar/gelişimler/yapılar söz konusu olduğunda liberal-ulusal yaklaşımlar referans kaynağı olabiliyor. Sözünü ettiğimiz bu referans karmaşası pek çok Müslüman aydın’ı çok ciddi algısal hezeyanlara sevk ettiği halde, karşı karşıya bulunduğumuz entelektüel altüst oluşlar sebebiyle bu hezeyanlar fark edilmiyor. İslam’ın tevhidi sınırlarını dikkate alamayan, tevhidi sınırlarını, kavramlarını tanımayan yeni bir İslam ve Müslüman modeli ortaya çıkıyor. Bu yeni modelin küresel bir projenin yansıması olarak ortaya çıkmış olabileceğini gösteren pek çok somut kanıt var.

Musiki ve dansla beslenen, şiir bir maneviyatçılık, burjuvaziye özgü yeni bir din olarak güçleniyor. Çok ilginçtir, musiki ve şiirsellikle beslenen bu maneviyatçılık emperyalist düşünce üretim merkezleri tarafında desteklenirken, gelenekçi/görenekçi İslami kesimler tarafından da aynı duygularla desteklenebilmektedir. ‘’Ne olursan ol yine gel’’ yaklaşımını Batı dünyası da çok olumlu buluyor ve içtenlikle onaylıyor. Batılılar, sözünü ettiğim bu şiirsel maneviyatçılığın, direniş düşüncesi/kültürü ve direniş hareketleriyle mücadelede çok etkili olabileceğini düşünüyor. Bu nedenle Batı’da Mevlana-Mevlevilik bir moda akım haline geliyor. Burada konumuz musiki ve şiiri sorgulamak değil, şiirin ve musikinin İslami bir yorumun temeli haline getirilmeye çalışılmasına dikkati çekmekten ibarettir. Aklın ve bilginin yerine ‘’aşk’ı’’ koyan, aşktan ibaret bir din yaklaşımı hiçbir şekilde mazur görülemez. Küresel irade, içerisinde yaşadığımız dünyanın/tarihin/siyasetin sorunlarıyla ilgilenmeyen, toplumsal/siyasal sorumluluklarla değil, ruhsal derinliklerle/ilgilerle yetinen bir din yaklaşımı üzerinde çalışıyor. Bu bağlamda günümüzde kimi İslami cemaatlerin “hoşgörü“ kavramını ulu-orta/keyfi bir propaganda klişesi halinde çok yanlış zeminlerde kullanıyor olması dikkatlerden kaçmıyor. Özne ile nesne arasındaki ilişkide, güçlü ile zayıf arasındaki ilişkide “hoşgörü” öznenin nesne yararına, güçlünün zayıf yararına hareket etmesi şeklinde biçimlenir. Aynı şekilde çoğunluğun azınlık yararına, azınlığı anlayabilmek için girişimde bulunmasında bir “hoşgörü” tezahürüdür. 

Günümüz dünyasında, her toplumda ötekileştirilen, yalnızlaştırılan, aşağılanan konumlarıyla anlaşılmayı bekleyen, adalet ve hakkaniyet bekleyen, insan muamelesine muhatap olmayı bekleyen Müslümanlar, kimlere ve hangi nedenlerle “hoşgörü”  besleyecekler?
İslam, hayatın her alanında, her aşamasında bütün ilişkilerde hukuku temel alan bir yaşam biçimi öğütler. Sorumlu bir özgürlük anlayışı, Allahın koyduğu sınırlar içerisinde yaşayan/yaşanan bir özgürlüktür.  Bu sınırları aşarak özgür olmak demek kötülüklerle birlikte yaşamayı seçmek demektir.
İslam, her an yeniden doğan bir varlık ve kainat bilinciyle var olmak demektir.

İslami var oluş, anlamlı ve amaçlı bir var oluştur. Amaç hayatın ve tarihin içerisinde tevhidi bilinci/tarzı/tavrı/üslubu/ilişki biçimlerini gerçek kılmaktır.
İslami her yükümlülük, aynı zamanda toplumsal bir yükümlülüktür. İslami bir yükümlülüğü yerine getiren, aynı zamanda toplumsal bir yükümlülüğü yerine getirmektedir. Allah istediği için yaptığımız her tercih, her hareket, her uygulama kutsalın bir tezahürüdür. Her namazın toplumsal bir eylem içinde, toplumsal bir eylem bilinciyle gerçekleştirilmesinin ne kadar muhteşem bir tablo olacağını, olabileceğini hatırlamalıyız. Her durumda İslami ibadetlerin toplumsal/siyasal içeriği dikkate alınmalıdır. Özgürlüğümüz ilahi hukukun, ilahi ahlakın, ilahı sorumlulukların, sınırları ve ufku içerisinde anlam ve değer kazanır. Hukuk, ahlak ve sorumluluktan bağımsız bir özgürlük anlayışı, günümüzde olduğu gibi hayatı/tarihi/dünyayı her türlü fesada sürükler.
İçerisinde yaşadığımız dönemde İslami anlam ve amaçlar maalesef göreceli hale geliyor. Liberal yorumlar/yaklaşımlar/ilişkiler, İslami öncelikleri önemsiz hale getirebiliyor. İçerisinde yaşadığımız dönemin olaylarıyla ilgili olarak Müslümanlar, İslami yorumlardan çok liberal yorumlara değer veriyor. Gündelik hayatın içerisinde ilgilerimiz ve ilişkilerimiz İslami esaslardan bağımsız hale geliyor. İdealize ettiğimiz hayatlar ile halen içersinde yaşadığımız hayatlar birbirinden çok farklı. Bütün yaşadıklarımız sebebiyle öncelikle İslami bilincin/duyarlılığın/samimiyetin/içeriğin/inceliğin tarihe hitap edebileceği şekilde, tarihin dikkatini çekebilecek şekilde harekete geçirilmesi gerekiyor. 
İslami bilincin çağrısını yeniden bütün varlığımızla hissetmemiz gerekiyor.
Allah’a karşı sorumlu olduğumuzu bütün varlığımızla hissederek yaşamamız gerekiyor.
İslami bilincin yoğunlukları, kalbimizin yoğunlukları ile güç kazanır, harekete geçer.                                                
Hayatımızın her safhasında daha çok bilgi için, daha çok bilinç için, daha çok mücadele için, daha çok nitelik için yollara düşmeli, yolarda buluşmalı, yollarda dayanışmalıyız.
Aşkla yoğurduğumuz bilincimiz umudumuzdur.

İçersinde yaşadığımız dönemin koşullarında tarihi etkileyebilecek yoğunlukta etkinliklerde bulunmadığımız takdirde koşullara ve tarihe maruz kalmaya devam edeceğiz. Tarihi etkileyebilmek için sürekli bir üretkenlik çabası içerisinde olmak şarttır. Koşullara göre değişen tercihler gündelik aşağılıklar içerisinde yaşadığımızı gösterir. Faşizmler, zulümler karşısında insan olarak, toplum olarak yetersiz kalmak ahlaken yetersiz kalmak demektir. Kurumsal sorunlar etrafında tartışmayı bırakıp ilkelerimizi nasıl hayata geçirebileceğimizi konuşmalıyız. Eskiden nasıldıyı konuşmak yerine şimdi nasıl olmalıyı konuşmalıyız.

İslam toplumlarının ve İslami kesimlerin günümüzde karşı karşıya bulunduğu yabancılaşmalar, yozlaşmalar karşısında eleştirel bir duyarlılığa çok ihtiyacımız var. Toplumlarımız baskıcı, kısıtlayıcı, biçimci, gelenekçilikler tarafından yenilenmeye kapalı bir zihniyet tarafından, otoriter yönetimler tarafından, kadının konumunu geleneklerin belirlediği bir yaklaşım tarafından sürekli olarak engelliyor. Bir diğer yanda Müslümanlar tarihsel bir bağlam olan, bu bağlam içerisinde düşünülmesi/tartışılması gereken, ancak durum böyle olduğu halde bütün zamanlara ve bütün toplumlara teşmil edilen hegemonik bir kavram olan laiklik tarafından da ciddi bir şekilde kısıtlanıyor. Avrupa’da kilisenin bağnaz otoritesiyle mücadele etmek üzere gerçekleştirilen laiklik, bütün modern zamanların en bağnaz hareketine dönüştürülmüş bulunuyor. Laiklik söz konusu olduğunda en aşırı, en fanatik, en ölçüsüz modernlik Türkiye’de yaşanıyor. Türkiye’de laiklik uygulamaları kadını İslam’dan bağımsızlaştırılarak modernleştirilmesi, feminist anlamda tanımlanması sonucunu doğurdu. Laik modernite ve laik feminizm özellikle sanat/edebiyat alanında sınırsız bir müstehcenliğe yol açtı. Hıristiyan batı tarihinin kendisine özgü bir kurumu olan laikliği, Hıristiyan batı tarihine özgü bir uygulamayı İslam toplumlarına dayatan mantık düpedüz saçma bir mantıktır.

İnsanı, insani yanından mahrum eden bir maddileşme, her tür manevi-ruhsal değerden bağımsız bir aklileşme insanlığı bir bunalımdan başka bir bunalıma sürüklüyor. Liberter bireycilik ve serbest piyasa büyük ahlaki düşüşlere neden oluyor. Yaşadığımız son küresel ekonomik krizle birlikte maddicilik ve bencillik bütün toplumlarda sorgulanabilir hale geldi ve bu sorgulamalar sırasında sosyal/toplumsal dayanışma düşüncesi, aile değerlerine dönülmesi düşüncesi yeniden insanlığın gündemine girdi. Bu konular,  etrafındaki hassasiyetler tarih boyunca İslam’ın ve Müslümanlar’ın hep gündeminde olmuştur.

Tüketim hastalıkları bütün dünya’da çok büyük sorunlara neden oluyor. Tüketim hastalıklarına maruz kalan toplumların, İslam’ın bu konudaki önerileri/çözümleri üzerinde ciddiyetle çalışmaları gerekir. İçerisinde yaşadığımız dönemde mutlaklaştırılan, bir “din” gibi algılanan bütün ideolojik putlar, dışarıdan her hangi bir müdahale olmaksızın yetersizlikleri, işlevsizlikleri, sık sık büyük krizlere neden olmaları sebebiyle birer birer çöküyor. Yakın geçmişte devlet ekonomilerini kutsayan siyasetler çökmüştü, şimdi de serbest piyasa modeli/putu çöküyor.

Her hangi bir insanın, toplumun ya da kültürün maruz kalabileceği en büyük felaketlerden başlıcası bilinçsizlik, kayıtsızlık ve duyarsızlıktır. İçerisinde yaşadığımız dönemde Müslüman halkların/toplumların/ülkelerin onurlarının yerde süründüğü bir dönemde İslami bilincin, duyarlılığın bitirilişine tanık oluyoruz. Çok zayıf bir hafızamız var, her şeyi unutuyoruz. Irak’da, Afganistan’da savaş terörü, keyfi terör devam ederken Türkiye’yi ziyaret eden Amerikan başkanını, Müslüman halkların maruz bırakıldıkları bu kadar acıyı/trajediyi unutarak, hiç bir şey olmamış gibi selamlayabiliyoruz. Şiddeti meşrulaştırılan uygarlıkla diyalog kurmaya çalışıyoruz. Bir eylem üretmeyen, bir sorgulama/eleştiri/muhalefet bilinci üretmeyen toplumlar/kültürler sonunda bizim Türkiye’de yaşadığımız teslimiyetçilikte, statükoculukta, muhafazakârlıkta karar kılıyor. Bizlerin Müslüman olarak bugün tarihin kaydına geçecek, tarihe dönüşecek eylemlerimiz yok. Tarihe dönüşecek eylemleri günümüzde direniş mücadeleleri, devrimci mücadeleler gerçekleştiriyor. Putlaştırdığı bütün ideolojileri birer birer yıkılan modern dünya, ideolojik bağnazlığı, ideolojik ırkçılığı ve fanatizmi bir kenara bırakarak İslam dünyasına yönelik olarak gerçekleştirdiği her tür emperyalist tahakküme son vererek, Müslüman haklara çektirdiği, halen çektirmekte olduğu acılar sebebiyle hesap vererek, özür dileyerek, bu acılara son vererek karşıtlıklıklara dayalı çatışmacı bir dil/ilişki yerine anlamaya yönelik bir dil bulunmak zorundadır. Bireyciliğe, bencilliğe, kazanç hırslarına/ihtiraslarına dayalı bir uygarlığın İslam’dan öğrenebileceği çok şey vardır. Aynı şekilde Müslümanların da modern dünya ya bir karşıtlık ve çatışma perspektifinden bakmak yerine anlamaya dayalı bir yöntem geliştirmesi gerekir. Modern dünya da, İslam dünyası da ideolojik zehirlenmelerle yüzleşmeyi başarabilmelidir. Modernizmi, sekülerizmi evrenselleştirmek adına sürdürülen ideolojik engisizyona öncelikle son verilmelidir. Modern dünya, egemen konumu sebebiyle korkunç bir kibir içerisinde bulunduğunu fark etmiyor. Kibir, bireyleri olduğu kadar toplumları da her tür eleştirilerin dışında tutar. Ötekileştirilenleri, zayıfları, farklıları kendi kibirli ölçütleriyle değerlendirenler hiçbir şekilde adil bir değerlendirme yapamazlar. Kibirli her yaklaşım, tek yanlı ve ön yargılı bir yaklaşımdır. Ön yargılarla konuşanların birbirlerini anlamaları beklenemez. Batılılar Müslümanları, Müslümanlar da batılıları karikatürleştirmemeli, tahkir etmemeli birbirlerinin gerçeklikleri içerisinde doğru tanımlamaya çalışmalıdır. Modernizm, liberalizm ve piyasa ekonomisinin zaferini takdis ederek “tarihin sonu” nu ilan edenler şimdilerde, liberalizmin, piyasa ekonomisinin derin bunalımı, çöküşü karşısında şaşkınlık içerisindeler. Daha öncede büyük çapta tarihsel gelişmeler/inşalar olmayacağı yönünde kehanette bulunan “tarihin sonu” ideologları,  İran’da başarıya ulaşan İslam devrimiyle birlikte büyük bir sarsıntı yaşamışlardı.

Kontrol edilemeyen sorumsuz bir akılcılık sebebiyle modenizm de, postmodernizm de bir durgunluk dönemine girdi. Bütün kültürler üretici işlevlerini yeteneklerini kaybedince bir tıkanma durumuna giriyor. Bugün pek çok kültür ve İslam kültürü talihsiz bir zeminde varlığını sürdürüyor. Yenilenme, yeniden üretme, eylemde bulunma istek ve irademizi yitirdiğimizde her tür düşüş başlıyor, yozlaşma başlıyor.