Bilmek, yaşamak ve güzel üslupla aktarmak
"Keşke Habeş diyarına hicret etseniz. İdaresinde kimsenin zulme uğramadığı bir meliki var. Güvenilir diyardır. Böylece Allah, şu eziyetlerden kurtulmanız için hayırlı bir yer nasip etmiş olur."
22/06/2010 - 12:34

Habeşistan Diyârında Yayılmaya başlayan iman nuruyla şereflenen gönüller, imanlarında sebat ettikçe, her geçen gün yepyeni vefakarlık, fedakarlık, akıllara durgunluk veren sabır ve tahammül.., umuneleriyle tarihi süsledikçe, müşrikler son derce huzursuz oluyor; hırs. kin ve ılgınlıklarını yeni İşkence üslüblarıyla, durmadan yoğunlaştırdıkları ezâ ve cefâlarla tatmin etmeye alışıyorlardı. Arkasında kabilesi, aşîreti olmayan ve maddî destekten mahrum olanların uğradığı musibetler ise hakikaten yürekler açışıydı. Mü'min kardeşi ezâ görürken ona yardım eli uzatamamanın verdiği acı ise diğerleriyle kıyas edilemeyecek kadar gönüllere ağır geliyor, tahammül boyutlarını aşıyordu. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizden: "Keşke Habeş diyarına hicrel el-seniz. İdaresinde kimsenin zulme uğramadığı bir meliki var. Güvenilir diyardır. Böylece Allah, şu eziyetlerden kurtulmanız için hayırlı bir yer nasip etmiş olur." sözleri duyulunca Habeşistan'a hicret için küçük bir grup hazırlanmaya başladı. Haslarında Osman İbnj Maz'ûn'un (r.a.) bulunduğu 14 kişilik bir topluluk habeşistan'a doğru yola çıktı... Bu İslâmda ilk hicret. dini miibîn uğrunda ilk gurbet yolculuğuydu. Daha sonra CaTer İbn Ebî Talib'in emirliğinde bir başka Mü'minler cemaati habeşistana hareket ediyor: bundan sonra birbirini takip eden kütük katilelerle, bu diyarda toplananların sayısı seksen üçe ulaşıyordu. Atalarında hanımlarını, küçük nutuklarını getirenler olduğu gibi, yahut, başımı yola düşüp gelenler de vardı. bu zikrettiğimiz sayıya hanımlar, küçük çotuklar ve Habeşislaııda doğanlar, sayıları net belli olmadığı için dahil değildi. hicret eden mü'minler, eziyet, işkence dolu kâbusla günleri geride bırakarak Habeşistan'da, mukaddes diyardan hasretle hayırlı haberler bekleyerek, emniyet ve huzur içinde bir hayal sürmeye başlamaları, Kureyş'i son derece huzursuz etmişli. Bu iman nurunun sönmeyeceğini haber veren alâmetlerden biriydi. Kendilerinden Uzak, ellerinin yetmiyeeeği bir başka beldede her an, içine saplandıkları inadı, külr ve dalâletlerini tehdid ederek yaşayacaklardı, Zulümlerinden kurtulan her mü'minin giderek yerini alacağı bir karargâh meydana geliyordu. Buna sessiz kalamazlardı. Toplanmışlar, uzun uzun müzâkere etmişler, aralarından müslümanları Necaşî'den geri alabilecek, güven bulduklarıülkedenonlarıkovduracak, zulm ve işkence çarkına yeniden döndürecek.. kabiliyetlerini yakından tanıdıkları iki adamı seçiyorlardı: Abdullah İbn Hbî Rebî'a ve Anır İbn Âs İbn Vail. Kureyşliler. ne pahasına olursa olsun gayelerine ermek istiyorlardı. Onun i-çin Necaşi ve ileri gelen komutanlara sunulmak üzere aralarında topladıkları oldukça yüklü hediyelerle elçilerini donattılar ve yola çıkardılar. Habeşistan'a varınca. Kureyş'in tavsiyesi gereği daha Necaşi ile konuşmadan bütün komutanlara ediyelerini dağıtmışlar; gönüllerini kazanmışlar. Necâşi'nin huzurunda konuyu açıp. müslümanların iadesini taleb edince kendilerini destekleyen tavır alacaklarına, iadelerini savunacaklarına dair söz almışlardı. Müslümanlara söz hakkı verilmemesi için de gerekli tedbirleri almaya özen göstermişlerdi. Sonra Neeaşi'nin hediyelerini takdim etmişler, kabul etliğini ve memununiyeti görünce de meramlarını fasih bir üslupla ve şu cümlelerle dile getirmişlerdi: "Ey Melik! Ülkenize, bizlerden aklı ermedik bir gurup genç sığındı. Bunlar kendi ecdadının dinini terketmiş insanlardır. Sizin dininize de girmediler. Ortaya, yeni iead ellikleri bir din çıkarttılar ki: ne bizler böyle bir din tanıyoruz, ne de sizler böyle bir din biliyorsunuzBu tecrübesiz ve düşüncesiz dinçlerin maslahatlarını, istikballerini, şüphesi/ kendi babalan, dedeleri, amaları kabilesinin ileri gelenleri, onlardan daha iyi bilirler... Unlan en az onlar kadar düşünür, daha selim akılla hareket ederler. Bizi, size onun için gönderdiler. Sizden hu kimselerin iadesini rica ediyorlar." Bu cümlelerin anlından komutanlardan derhal tasdik sivleri gelmeye başlamıştı: "Doğru ey Melik! Kendi kavmi, bu kişilerin istikbalini, maslahatını daha iyi bilirler. Onları daha iyi üretirler... Teslim etmekle, kendi ülkelerine, milletine döndürmekle fayda var..." Komutanlardan bu sözleri duyan Necaşi. duyduklarından hoşlanmamış, hattâ hiddetlenmiş: "Hayır! Vallahi, benim dostluğumu başkasına tercih etmiş,, benim omşuluğumu seçmiş, ülkeme misâfir olmuş bir cemaati dinlemeAbdullah ile Amr'ın korktukları başlarına gelmişti... Müslümanlara haber gönderildi, huzura çağmldılar. Necâşî ileri gelen inadamlarını da çağırmış, onlar da huzurda yerlerini alınış, kitaplarını yanlarında hazır etmişlerdi. Böylece müslümanlar. hrisliyan bir diyarda, âlimlerin ve kralın önünde yeni bir imtihan veriyorlardı. Necâşî: "Birdin uğrunda kendi vatanınızı milletinizi, milletinizin dinini erkdliniz. Bizim dinimize de bir başka milletin dinine de razı olup girmediniz. Uğruna bu kadar sıkıntıya katlandığınız bu din nenin nesidir? Nasıl bir dindir'.1" diye soruyordu. Müslümanları lemsilen Ca'fer İbn Ebi Talib (r.a.) kalktı, KOZ aldı. Herkes pür dikkatli. Söylenecek her cümle, yabancı diyardaki bu bir avuç mü'nıin topluluğu için çok büyük bir ehemmiyet taşıyordu... Ve konuşmaya başladı: "Ey Melik! Biz cehl ve dalâlet üzere yaşayan, putlara tapun, murdar et yiyen, fısk u liicur işleyen, akraba bağlarını koparan, komşuluk hukuku tanımayan, imkanlarını kötüye kullanan bir kavimdik. İçimi/den güçkuvvet sahihleri, zayıf ve güçsüzleri yer bitirirlerdi... Böyle bir hayat sürüyorduk. Cenabı Allah, İçimizden dürüstlüğünü, illetini, emânetini, doğru sözlülüğünü, nesebini yakından tanıdığımız bir Rasûl gönderdi. O, bizleri Allah'a davet etli. Sadece Allah'a kulluk etmeye. O'na ibâdet etmeye, taşlardan yapılarak pullaşlırıl-mış, ecdadımızın taptığı, geçmişte bizim de taptığımız şeyleri ter-ketmeye çağırdı. Bizlere doğru sözlülüğü, emânetlere riâyet etmemizi, annebaba, akraba ve yakınlarımızla hayırlı bağları korumamızı, güzel muamelede bulunmamızı, komşu hukukuna riâyeti öğretti. Haramdan el çekmemizi, kan dökmememizi... emretti. Fısku ficfırdan, yalandan. yetim malı yemekten, iffetli insanlara iftira etmekten enclli.Vahdaniyetine inanarak yalnız ve yalnız Allah'a ibâdet etmemizi, şirk koşmamamızı, haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını helâl bilmemizi buyurdu.. Kavmimiz, bize düşman kesilmişti... Eziyet gördük, işkence gördük, dinimizden dönmemiz, Allah'a ibadeti terk etmemiz, yeniden putlara, elimizle yaptığımız heykellere yapmak için zorlanıyorduk. Bizden, rezil, çirkef ve habis şeyleri yeniden helâl kabul etmemiz, hoş görmemiz, işlememiz isteniyordu... Horlanınca, zulm ve işkencelere mâruz kalınca, huzur yüzü göremez hâle gelince, dinimizden, inancımızdan koparılmaya çalışılınca beldenize göç ellik, yanınızda zulme uğramayacağımızı umarak himayenizi, komşuluğunuzu, dostluğunuzu seçtik, sizi başkasına tercih ettik... Sükûnet, dikkat ve vakarla bu cümleleri dinleyen Necâşî sordu: "Hu şahsın, Allah'tan kendisine vahyedildiğini söylediği. size tebliğ etliği şeylerden bildiğiniz, ezberinizde olan var mı? "Evet""Okur musun?" Ca'fer (r.a.]. hûşu içinde okumaya başladı: "KâT hâ yâ ayn sâd. Bu, Rabb'ının, kulu Zekeriyyâ'ya olan ahmetinin anılmasıdırHani o, gizliden gizliye Rabb'ına seslenmiş, niyaz etmişdİ. Rabb'im! Artık vücudumun kemikleri zayıfladı. Başını, beyaz saçlarla tuluşdu. Rabb'im! Sana eliğim dua sayesinde hiç bedbaht olmadım11... (Meryem Sûresi) Okudu... okudu... Zekeriyâ (a.s.)'dan sonra. Yahya (a.s.), onun ardından Meryem Validemizle ilgili âyetler birbirini takip elmeye başlamıştı. Meryem Vâlidemiz'in melekle karşılaşışı. çocuk müjdesi, şaşkınlığı, İsa'ya (a.s.) hamile kalışı, utancı, insanlardan uzaklaşışı. çaresizliği, ne yapacağını bilemeyişi. çileleri, doğum sancısıyla bir hurma ağacına dayanışı, sallayarak düşürdüğü taze hurmalarla beslenişi, çocuğu dünyaya getirdiğindeki hali. onu kucaklayarak kavmine getirdiğinde duyduğu sözler..Bütün bunlar. Kur'an lafzıyla duyuldukça kalpler yumuşamış, gözlerden yaşlar boşalmaya başlamıştı.Cafer'in (r.a.) bilerek seçtiği bu Âyeti Kerimeler, hristiyan bir cemaatin en nazik, en duygulu gönül tellerine dokunmuştu. Dolu dolu olan gözlerden yaş boşanıyor, Necâşî ağlıyor, komutanlar ağlıyor, bu hristiyan diyarın âlimleri, papazlar ağlıyor... gözyaşları yanaklardan süzülüyor; sakallar ıslanıyor, mukayese için açılan mukaddes kitapları damlalar dalgalandırıyordu... Ca'fer (r.a.), huşu içinde dinlenilen bu Ayeti Kerimelerin tilâvetine son verince gönlü dolu dolu olan Necâşî başını kaldırıyor: "Şüphesiz şu dinlediklerini ile İsa'nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!" diyor, sonra da Kııreyş'in elçilerine dönerek şöyle söylüyordu: "Geldiğiniz yere dönün! Allah'a yemin olsun ki onları size vermem!"Mağlubiyetin omuzlarını çökertliği iki Kureyş elçisi huzurdan ayrılmışlardı. Ayrılmışlardı ama Anır İbni As. böyle acı bir mağlubiyetle Mekke'ye geri dönmek islemiyor, keskin zekâsıyla meşhur olan beynini çatlatırcasına zorluyor, zihninin en ince kenarlarını bu meseleyi kendi lehlerine neticelendirecek bir buluş için yokluyordu. Sonunda bulmuştu da. Bu son silahıydı, ama öldürücüydü. Müslümanların bu silahlan kurtuluş ihtimâli de yok gibiydi... Zafere kesin gözüyle bakmaya başlamıştı. Fikrini arkadaşına açtı: Müslümanlar, Mz. İsa'nın beşer olduğunu banıyorlardı O. Allah'ın kulu ve Rasulüydü. Babası olarak, takva dolu iffetli Meryem'den dünyaya gelmişti. Bu betşeye gücü yelen Allah, böyle lakdir etmişti. Ancak, kulluğun ve peygamberliğin üzerinde bir sıfata sahib değildi. Halbuki hrısliyanlar. onun ilâh olduğuna inanıyorlardı. Haşa O, Cenabı Hakk'ın oğluydu. Beser değildi. Sadece bir Nebî de değildi. Amr İbn As. müslümanlar ile hristiyanlar arasındaki bu farkı yakalamıslı. Bu fark, basit bir fark değildi. Bir dinintemelini oluşlu-ran bir farktı. Arada aşılması mümkün görünmeyen bir uçurum vardı. O. Müslümanların bu zıt düşüncesini Necati'nin önünde açığa çıkaracak, bu Hrisliyan milletin nefretini müslümanların üzerine yönlendirecek, böylece onları kovduraeaktı. Belki de daha acı sonuçlar da elde edebilirdi.. Amr İbn As'a göre daha yumuşak ve merhametli olan Abdullah İbn Rbî Rebİ'a: "İler ne kadar bize karşı gelseler, başka yol seçseler de bunlar bizim aşiretimizden, bizim akrabalarımız..." diyerek Amr'dan bu zehirli silâhı kullanmamasını istiyordu. Ancak, Amr İbn Âs kararlıydı: ertesi gün huzura çıkmış ve söyleyeceğini söylemişti: "Mimâyeettiğini/ bu müslümanlar. Isâ hakkında ne büyük lallar e-diyorlar bilseniz!?" demişti. Habeşistan'a hicret edenler arasında bulunan Ümmii Seleme Validemiz anlatıyor ve diyor ki: "O güne kadar böyle bir kabus üzerimize çekmemiş, bu derece ağır musibet yüküyle karşılaşmamıştık." Necaşî müslümanları çağırtıyor ve: "Meryem oğlu İsâ hakkında ne diyorsunuz?" diye soruyordu. Ürkütücü, nefes kesici bir sessizlik... Müslümanlar henüz başlarından aşağı dökülen bu kaynar suyun etkisini atlatmış değil. Bu ürkütücü hava içinde dost düşman herkes. Ca'fer hazretlerinden sükûnet ve vakar içinde söylediği doğruluk, azm, dirayet ve İhlasın en güzel tecellilerinden olan şu kelimeleri duyuyordu: "Peygamber Efendimiz Muhammed (s.a,v.(. onun hakkında bize ne tebliğ etmişse onu söylüyoruz: O: Allah'ınkulu ve doğduğu andan itibaren konuşmayı nasip elliği, iffet ve şerefinde en küçük leke olmayan Meryem'in karnında ruh verdiği Rasûlüdür." Kıır'am Kerİm'in İsâ (a.s.) hakkında kullandığı güzel sıfatları kullanan ama İslâm inancından en küçük bir taviz vermeyen Hz. Ca'fer'in (r.a.) bu samimi ve berrak sözleri. Necâşi'de hemen tesirini gösteriyor ve yerden bir çöp alarak şöyle diyordu: "Allah'a yemin olsun ki. Meryem Oğlu İsâ bu söylediklerine şu çöp kadar hile ilâvede bulunmamıştır." Bu kelimeleri duyan papazlar, homurdanmaya, inançlarına terslduğunu imâ için öksürerek Necâşi'yi ikaza başlamışlardı. Onların muradını anlayan Necâşi: "Üksürseniz de. tıksırsanızda. homurdansanız da gerçek böyledir." diyerek hakikati bir kere dahapekiştiriyordu. Ardından, Kureyş'in gönderdiği hediyeleri iade ediyor ve elçilerinihuzurdan kovuyordu. Artık müslümanlar. bu emniyetli diyarda, hayırlı komşunun himayesinde huzurun tadını duymaya başlamışlar ve Mukaddes Diyar'dan gelecek haberleri hasretli gönüllerle beklemeye koyulmuşlardı.