ZORBALIKLAR ÇAĞI
Hangi amaçla üretiliyor olursa olsun, etnik siyaset bir şekilde nefret üretiyor, karşıtlık üretiyor.
04/07/2011 - 13:12

                 Etnik siyasetler her şartta kısıtlayıcı/baskıcı sonuçlar doğuruyor. Irkçılıklar, hakların evrenselliği düşüncesine itibar etmiyor. Her ırkçılık, insanı, evrensel insanlık ailesinden /değerlerinden koparıyor ve boğucu yerelliklere mahkûm ediyor. Her ırkçılık, her türlü bütünlükten yoksun bulunduğu için parçalı bakışları yansıtıyor. Her ırkçılık kötülüğün ve nefretin yenilenmesi, yeniden üretilerek çoğaltılması anlamına geliyor. Ortak insanlık değerlerine, erdemlerine, ahlakına sahip olmayanlar, çok saçma bir gurur kaynağı olan ulusal mitolojilere sığınıyor. Ulus-devlet`i tek meşruiyet kaynağı olarak mutlaklaştıran ülkeler, evrensel ahlaka, vicdana, hukuka itibar etmiyor. Etnik asabiyete sahip olan unsurlar, hiçbir şekilde ulusal sınırları aşan çerçeveler, yaklaşımlar oluşturamazlar.

               Hiçbir ırkçılığın ortak insanlığa/insanlığımıza kazandırabileceği her hangi bir olumlu değer/düşünce/felsefe yoktur, olmamıştır. Irkçılıklar kendi yerel dar sınırları/ufukları yanında ufuksuzlukları içerisinde, insanlığın ilgisi dışında yaşarlar. Her ırkçılık, yerel ya da emperyal ırkçılık bir şekilde bir fesat hareketine, bir kötülük hareketine dönüşür. İnsanın gerçek anlamda insan olabilmesi için bütün ırkçılıkları, bütün putçulukları terk etmesi gerekir. Her türlü ırkçılığa tapınmak, sekülerizme tapınmak, kapitalizme/liberalizme tapınmak, ya da insanın kendi ihtiraslarına tapınması, insanın algısal bir tefessüh durumu içerisinde bulunduğunu gösterir. Her hangi bir ırka aidiyet, her hangi bir sisteme aidiyetle; bu ırkı ya da sistemi putlaştırmak birbirinden çok farklı şeylerdir. Bizler, Müslümanlar olarak, farklı ve çeşitli etnik birikimi, kültür ve geçmişi bir arada tutan bir değerler bütününü temsil ediyoruz. Hangi alanda olursa olsun her tür bencillik insanı alçaltır, her alçalış insanı ahlaken yoksullaştırır.

               Irkçılıktan, ırkçılıklardan daha korkunç bir alçalış yoktur, olmamıştır.

               Ahlaki bütünlük, derinlik, içtenlik, sorumluluk duygusu demek olan “takva” Allah`ın sınırlarını gözetmek suretiyle sağlanabilir. Her ırkçılık Allah`ın sınırlarını çiğnemek anlamı taşır.

               Kalbimizi, bilincimizi ilahi hikmete açık tutarak, hayatı bir Kur`an öğrencisi olarak yaşamayı başarabilseydik, Kur`anı Kerimin günümüz dünyasıyla/tarihiyle ilişkisini kurabilecektik. Bugün, Kur`anı Kerim üzerinde sınırsız bir biçimde spekülasyonlar ve keyfi yorumlar yapılıyor, ancak Kur`anı Kerimin günümüzle ilişkisi sağlanamıyor. Biz Müslümanlar için gerçek bir varoluş, hatırlamakla başlar, her durumda, her alanda Allah`a (c.c.) bağımlı olduğumuzu hatırladığımızda, hayatımız büyük bir anlam kazanır. Hatırladığımızda sonsuz bir rahmet iklimi ile bütünleşiriz. Hesaba çekileceğimizi hatırladığımızda erdemli bir hayata ve ilişki sistemine katılmış oluruz. Allah`a bağımlılığın bilincinde olduğumuzda sonluluğun ve yaratılmışlığın da bilincinde oluruz. Hayatın her alanına yönelik İslami sorumluluklarımız, çabalarımız, mücadelemiz, hizmetlerimiz ve ilişkilerimiz ahlaki cihad`la başlar, anlam ve derinlik kazanır. İslami anlam ve amaçlardan bağımsız biçimsel/yüzeysel bir ibadet hayatı düşünülemez. Bizler Müslümanlar olarak tarihsel hayatın, siyasal ve toplumsal hayatın zorunlu kıldığı ilgiler ve sorumluluklar içerisinde bulunmak durumundayız. Toplumsal yanlışlar, siyasal yanlışlar karşısında susmamalı, toplumsal muhalefet ahlakını temsil etmeliyiz.

     Küresel hareketliliğin yoğunlaştığı içerisinde yaşadığımız dönemde toprağa bağlı kültürlerin, kan ve ırka dayalı kültürlerin insanlığa söyleyebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Bu dönemde küresel bağlantılılık durumu, eski ulus-devlet yaklaşımlarını tartışılabilir hale getirdi, daha önceleri çok güçlü olan ulus-devlet siyasette tayin edici en büyük güç olmaktan çıktı, siyasal güçlerden-unsurlardan yalnızca birisi haline geldi. Yeni bilgi ve iletişim teknolojileri, siyasette de yapısal değişim/dönüşüm ihtiyacını somutlaştırdı. Katı bürokratik faşizan yapılar, küresel ölçekte yaşanan değişim hareketlerinin baskısı sebebiyle Türkiye`de yaşandığı üzere, eski keyfi/otoriter alışkanlıklarını saplantılarını aşırılıklarını kolaylıkla sürdüremiyor. Her türlü iletişim imkânlarına sahip olan bir dünyada yaşıyoruz. Bu nedenle artık hiç kimseye, hiçbir şey gizli kalmıyor. Günümüzde yerel bağlamda yaşanan gelişmelerin hangi ölçüde küresel bağlamın bir sonucu olduğuna dikkat ederek, daha sağlıklı değerlendirmeler yapabiliriz. Türkiye`de tanık olduğumuz üzere, Türk ve Kürt ırkçılığına dayalı siyasetler, kırsal köylülük ve taşralılık duygularını aşmayı başaramıyor. Irkçılığa dayalı her türlü siyaset sahte gerçeklikler oluşturuyor. Ahlaki evrensellikler karşısında her ırkçılık çok zavallı bir konuma sürükleniyor. Her tür bağlantılılığın yoğunlaştığı bir dünyada, yerellik algılarının da gözden geçirilmesi gerekiyor. Günümüzde katı bürokratik yapılar, vesayet sistemleri, medya işgal ve istilaları karşısında büyük ölçüde dirençlerini yitiriyor. Birbirine bağımlı dünyanın yeni gerçekliği olan küreselleşme ulus-devlet modelini tartışmalı hale getirdiği gibi, geri çekilmeye de zorluyor. Ulus-devlet siyasal/kültürel referans kaynağı olmaktan çıkıyor. Bu nedenle Avrupa Birliği ulus-aşırı yönetim uygulamalarını hayata geçiriyor. Avrupa kendisini yeniden yapılandırırken; aydınlanma, modern bilim, ulus-devlet, piyasa kapitalizmi, özel mülkiyet, birey gibi eski referanslarını yeniden eleştirel anlamda gözden geçiriyor. Ulusal guru yaklaşımı Avrupa`da her geçen gün anlamını yitirirken; ulus-devlet siyasal modeli İslam dünyası ülkelerinde maalesef halen etkisini sürdürüyor. Gerçeklikten çok uzak bir din dili ve algısı içerisinde bulunuyoruz. Müslüman topluluklar histerik bir ulusalcılık, histerik bir mezhepçilik ile kuşatılıyor. Uzun vadeli tarihsel ufuklara sahip olmamız gerekirken mitler ve simgeler yığını bir kültürü muhafaza ediyoruz. İslami cemaatler, emperyal egemenliği sorgulamaları gerekirken, meditasyon merkezleri gibi çalışıyor. Küresel çağın imkânlarından yararlanmak yerine, küresel çağa hitap edebilecek yetenekleri ortaya çıkarmak yerine; türdeşleştirilmiş ulusal mitolojiler oluşturmak İslam toplumları için utanç verici bir durumdur.

            Bizler, Müslümanlar olarak yeni küresel gerçeklikler karşısında yeni başlangıçlar yapabilmek için, başka/yeni/farklı bir düşünme ve algılama ufku gerçekleştirebilmeliyiz.

            Dünyayı algılama ve tanımlama tarzımızı yenileyemediğimiz takdirde, geleceği etkileme gücüne sahip olamayız.

           Yerel kültürel tekbiçimlilikle değişen/dönüşen dünyanın farkına varamayız.

          Gelişen olayları yerel/bölgesel/küresel bağlamlarına dayalı olarak bir bütünlük içerinde değerlendirebilmeliyiz.

         Geleneksel dini uygulamaların/pratiklerin/alışkanlıkların İslami referans çerçevesi içerisinde olup olmadığını eleştirel bir dikkatle çözümleyebilmeliyiz.

            Günümüzde kökten piyasacılık küreselleşiyor. Küreselleşme ekonomik sorunlar dışında kalan sorunlarla ilgilenmiyor. Ulus-devlet egemenliklerinin yerine, büyük şirketlerin egemenlikleri geçiyor. Neoliberal ideoloji küresel bir aristokrasi oluşturuyor. İş adamları aristokrasisinin Türkiye`de olduğu gibi halklarla, toplumlarla, insanlıkla her hangi bir şekilde ilişkileri olmadığı gibi, halklara saygıları da yok. Günümüz dünyasını rasyonel hesaplamalara dayalı ilişkiler belirliyor, evrensel insani erdemlere dayalı ilişkiler değil. Hazcılık üzerine kurulu bir hayat tarzı, faydacı bir hayat tarzı meşrulaştırıldığı için, bilgeliklerle bütünleşen bir hayat tarzı gerçekleştirilemiyor. Genç kuşaklar Hiçbir anlam ve amaç duygusuna sahip olmaksızın, anlık zevk arayışını yeni bir kültüre dönüştürüyor. Bu kültür büyük bir sorumsuzluk kültürü olarak somutlaşıyor. Medya tarafından pazarlanan narsisizm kültürü gençlere anlık mutluluklar kazandırıyor. Narsisizm kültürü bencilce sürdürülen hayatlar oluşturuyor. İnsanlar yalnızca kendileri için yaşıyor. Duyarsızlaşmış toplumlarda bütün ilişkiler mesafeli ilişkiler haline geliyor.

         Yeni bir tarihsel bilince çok ihtiyacımız var.

         Tarihsel özne konumunu yeniden kazanabilmek için, yeni/farklı bir model önermeye, İslami bir model önermeye cesaret edebilmeliyiz. “Tarihin Sonu” iddialarına inanmak, daha iyi bir dünyanın, daha ahlaki bir tarihin, daha adil, daha insani bir sistemin mümkün olmayacağına inanmak demektir. Yeni bir model üretme yeteneğini/iradesini, yitiren, yeni bir modele ihtiyaç duymayan, daha ahlaki ve daha adil bir sisteme ihtiyaç duymayan kesimler liberal demokrasileri nihai bir yönetim biçimi olarak görüyor.

       Bir tiranlıklar ve zorbalıklar çağında yaşadığımızı asla unutmamalıyız.

       Toplama kampları çağında yaşadığımızı unutmamalıyız.

       Irkçı gündeme, ideolojik akla, ırkçı akla mecbur ve mahkûm olmadığımızı hatırlamalıyız.

        Küreselleşmeyi Batı`ya nispet etmekte acele edilmemelidir. Küresel bir kültür ve uygarlık olarak İslam, Hıristiyanlıktan çok farklı bir biçimde tarihi adaletle biçimlendirilmiştir. İslam tarihi içerisinde, dini engizisyon araçlarıyla kabul ettirmeye çalışmak gibi bir vahşet yoktur. Günümüzde Avrupa Birliği bir yanda millet kavramından uzaklaşarak daha geniş çapta kültürel bütünleşme yolunda ilerlerken, bir diğer yanda çok azgın bir İslamofobiye cesaret veriyor. Çok kültürlülük İslam ve Müslümanları içermiyor. Müslümanlar her durumda “öteki” kalmaya devam ediyor. Ötekinin yaşadığı katliamlar/trajediler/işkenceler Afganistan, Irak ve Filistin`de yaşanan acılar, Hindu ırkçılığının Gucerat ve Keşmir`de gerçekleştirdiği katliamlar insanlığın tarihsel bilincine kaydedilmiyor. Klasik sömürgecilik döneminde sömür-geciliği meşrulaştırabilmek için, sömürgeleştirilen halkların özgürlüğe liyakat kazanmadıkları şeklinde çok aşağılık ve çok ahlaksız gerekçeler kullanılıyordu. Yeni sömürgecilikler de aynı zihniyeti sürdürüyor. Her dönemde mağluplar ya ölümü ya da itaati seçmeye zorlanıyor. Küresel bir baskı sistemine, küresel anlamda ideolojik iktidarın saldırılarına maruz kaldığımız halde, bu noktada güçlü sorular sormaya cesaret edemiyor, kısa vadeli umut`larda teselli arıyoruz. Sözünü ettiğimiz sistem dünyayı her alanda yağmalayan, tüketen, hunharca tahrip eden bir sistemdir. Modern seküler zamanlar, insanlığı biyolojik bir kavrama indirgediği için, küresel kötülükler karşısında vicdani tepkiler gerçekleştirilemiyor. Modernleşmeler toplumların laikleştirilmesi anlamını da içeriyor. Bu nedenle din`in yerine bilimsel akılcılık ya da materyalist akılcılık konuluyor. Günümüzde bilim ve teknoloji, ölüm-imha-yıkım güçlerinin elinde. Evrensel çapta bir bilinç, kararlılık ve eylem geliştirme yeteneğine sahip olmadığımız için muhafazakârlıklara, gelenekçiliklere sığınıyoruz. Muhafazakârlıkların hiçbir zaman sorgulama yapma ihtiyacı duymadıklarını unutuyoruz. Bir eylemde bulunmaksızın, etkinlik ve içerik üretmeksizin yaşamak, her tür dayatmaya açık olmak anlamı taşır. Bir insan sorumluluk sınırlarının bilincinde olduğunda, erdem sahibi olur. Muhafazakârlıklara, gelenekselciliklere kapanıp kalmak, yeni toplum/siyasal/tarihsel gerçekliklere ilgisiz/kayıtsız/yabancı kalmamıza neden olur. Geçmişi biçimsel olarak, bir folklor olarak sürdürmenin hiçbir anlamı olamaz. Gelenekselciliği bir süreklilik biçimi olarak yorumlamak suretiyle, gelenekselciliğe olumlu olarak yaklaşılabilir; ancak, gelenekselciliğin bu süreklilik içerisinde karşı karşıya geldiği yozlaşmaları, bayağılaşmaları, çürüme ve kokuşmayı da dikkate almak gerekir.

          İslami kimliğin yerine, hangi mezhep olursa olsun, mezhep kimliği koymak, Ümmet dayanışmasını terk ederek mezhep/cemaat/hizip dayanışmasını öncelemek çok büyük bir basiretsizlik, bağnazlık, algısal bozukluk ve idraksizlik örneği teşkil eder. Ümmet bilincini ve dayanışmasını terk ederek, aziz İslam`ı her hangi bir halkın ya da coğrafyanın mülkü gibi görmek İslam`ın asli tabiatını tahrif anlamı taşır.

        Ulusal saflık sapkınlıklarından uzak durmak gerekir.

        Her şeyin dünyevileştiği, ticarileştiği bir dönemde İslami hizmetler de ticarileşiyor.

        Büyük sayıların/kalabalıkların, çok büyük paraların/sermayenin çekiciliğine kapılan, büyük sayıların ve paraların baskısına direnemeyen unsurlar, Neo-nurculuk örneğinde gözlemlediğimiz üzere bir cemaate katılmaktan çok, büyük bir ticari faaliyete katılmış oluyor. Bu tür cemaatler faaliyetlerini daha çok büyük bir pazarlama ve reklam faaliyeti olarak sürdürüyor. Ahlaki ilkeleri, temelleri, sorumlulukları ihmal ederek, cemaat çıkarına tapınan unsurlar, ahlaki alanın dışında ne tür başarılar kazanırlarsa kazansınlar, bunun her hangi bir değeri olamaz.