TARİHE TANIKLIK VE ÂLİMLER
Müslümanlar olarak tarihin gerçek öznesi olmayı ba­şaramadığımız, tarihin nesnesi konumuna mahkûm edildiğimiz için, modern kavram, kurum, yorum ve modelin taklitçi tüketicilerine dönüştürüldük.
03/10/2011 - 12:20

Bugün, Batı’ya atıfla yapılan her çözümleme, Batının evrensel bir referans noktası olduğu iddiasını maalesef güçlendiriyor. Aydınlanma ideolojisi, evrensel ölçekte kabul gören erdemleri, bilgelikleri ve aşkın değerleri tahrip etti. Aşkın de­ğerlere dayalı bir ilişki-etkileşim tarzı olmayınca, bütün ilişki-etkileşim biçimleri araçsal bir boyut kazandı. Müslümanlar, bilgi’yi hayatın kendisi olan, hayatı anlamlı-amaçlı kılan bilgi olarak al­gılarken,” modern-seküler bilgi, hayata/tarihe/dünyaya tahakküm et­mek üzere, güç için kullanılan bilgi olarak yapılandırıldı. 

Modern-seküler bilgi; ortak bir değerler sistemini düzenleyen, istikrarlı kılan bir ahlak anlayışı yerine; bireyin vicdanına-özel alana sürgün edilen bir ahlak anlayışı oluşturdu. Liberalizm, kamu ahlakının reddi ve iyinin özelleştirilmesi biçiminde somutlaştı. Din’in kamusal dünyadan/hayattan dışlanmasıyla bir­likte, ortaya çıkan boşluklar resmi ideolojilerin baskıcı unsurla­rı tarafından hiç bir zaman doldurulamadı. Hayatın, toplumun İslami içerikten arındırılmasından sonra, bilimsel rasyonalizm aklın kavrayamadığı her şeyi reddetti. Bilimsel rasyonalizmin tayin edici olduğu süreçler boyunca, İlahi Hakikati eksiksiz bir bütünlük içeri­sinde savunmak, temsil etmek ve bu yolda eylemde bulunmak isteyen her kesim bir şekilde marjinalleştirildi. Bütün toplumlar rasyonalist kozmolojinin egemenliği altına girdi, ideolojik fanatizm her tür bütünlüğü ve doğallığı yıktı. Bilimsel fanatizm, hayatı bütünüy­le imha edebilecek bir noktaya geldi. Seküler hayat tarzı eksiksiz bir hedonist hayat tarzına dönüştü, insanları bir arada tutan, top­lumları bir arada tutan aşkın değerlerin çöküşü, insanın çöküşüyle sonuçlandı. İnsanlar, ortak değerler, etkinlikler alanında değil, tüketim alanlarında buluşmaya başladılar. Din dili, İslami dil, men­kıbeler ve rüyalarla şekillenen, menkıbeler ve rüyalarla kurgulanan bir terapi dili haline geldi. Din’in, maneviyatın ve ahlakın kamu alanından sürgün edilmesiyle birlikte hayatın her alanı belir­sizlikler ve kaosa terkedildi. Milliyetçiliklerin ırkçı yakla­şımlarla yeni bir “din” haline getirilmesiyle birlikte, farklı etnik unsurlar arasındaki kardeşlik ve ortak inanç duyguları koptu. Medya’nın güdümlediği hedonist tutum, tarz, tavır, yak­laşım hiç bir denetim mekanizması olmadığı için kitleselleşti. Ortak ilahi ölçütler yürürlükten kalktığı için, belirsizlik­ler ve karmaşa bir hayat tarzı halini aldı. Modern-seküler hayat tarzı bütün inanç/anlam/erdem yapılarının değer kaybet­mesine yol açtı. Modernite tam insanı parçaladı, parçalanan insan, zayıf, güçsüz ve dirençsiz hale geldi. Kendisi olmaktan çıkarılan insanın varoluşu, boşlukta bir varoluşa dönüştü. Aklın dinden bağımsızlaşmasıyla birlikte hayatın ve tarihin her alanında her tür kötülük kolaylıkla işlenebilir hale gel­di. Her tür anlamdan yoksun maddi süreçler insani düşüşe ne­den oldu. Bugün, modern-seküler-endüstriyel hayat tarzı, ancak aşırı stres ve aşırı ilaç’a katlanarak sürdürülebiliyor. Or­tak değerlere dayalı hayatın çölleşmesi, bütün ilişki biçimle­rinin yabancılaşması, her tür faşizm ve ırkçılığın hiç bir bi­çimde kontrol edilememesi gibi bir duruma yol açtı. Din’in, İslam’ın bireysel vicdana hapsedilmesinin ne kadar büyük bir zulüm olduğu gereği gibi fark edilemedi. Aydınlanma ideolojisi­nin tutarsızlıkları, ilahi otoritenin, yasa’nın, ahlakın reddi ile sonuçlanınca, bütün dünya bir anlam bunalımı ile birlikte derin patolojilere mahkûm oldu. Araçlarla ilgilenen bir dünya görüşü hayatımızı şekillendirmeye başladı, ilahi otoritenin meşruiyet, anlam, amaç kaynağı olmaktan çıkarılmasıyla birlik­te, keyfilikler, ideolojik ve ırkçı tahakküm biçimleri normal hale geldi. Temel İslami anlamları hayata/tarihe kazandırma mücadelesi, İslami kesimlerde bir nostaljiye dönüştü. 

İslami anlam ve amaçların bir bütünlük içerisinde yürürlükte bulunduğu zamanlarda tarihin içerisindeydik, bu anlam/amaçlar bütünlüklerini yitirdiklerinde, bu bütünlüğe yabancılaştığımızda tarihin dışına sürüldük, ilmi otoritenin, ahlaki otoritenin çöküşü, ortak insani iklimin, çevrenin, yapıların, tecrübenin, birikimin parçalanarak bozulmasına, kirlen­mesine neden oldu. Müslüman zihnin, İslami bütünlük bilincini yitirerek, modern-rasyonalist zihnin baskısı altına girmesiyle birlikte, İslam uleması zihinsel özgürlüğünü kaybetti, içtihad kurumunun/faaliyetinin kesintiye uğramasıyla birlikte içtihadsız/müçtehidsiz zamanlara girdik. Ulemanın kurumsal özerkliğini ve dini otoritenin bağımsızlığını yitirmesiyle birlikte, sonu gel­meyen bir taklit dönemine girildi. Taklit’le geçen zamanlar, hiç bir yenilenmeye, yeniden düşünmeye, yapılanmaya, özeleştiri­ye maalesef geçit vermedi. Taklit, bütün düşünme melekelerimizi, zihinsel yeteneklerimizi yok etti. Ulema’nın ilmi faaliyeti, kendilerinden önce yaşayan âlimlerin eserlerinin tekrarlanmasından ibaret bir faaliyete dönüştüğü için; içtihad’a izin vermeyen katı bir gelenek oluştuğu için; günümüzün beklentilerine, ihti­yaçlarına, sorumluluklarına yanıt vermek üzere, içerik üreten bir ulema hareketinden ne yazık ki söz edemiyoruz. Müslümanlar olarak modern düşünme biçiminin yabancılaştırıcı etkisi ile,  ge­leneksel düşünme biçiminin statükocu boyutu arasında sıkışıp ka­lan sorunlu bir zihin dünyası içerisinde yaşıyoruz. Busorunlu ve hastalıklı zihin dünyası nedeniyle Neonurculuk akımında da izlenebileceği gibi, kimi İslami cemaatler muktedirlerle, müstekbirlerle özdeşleşerek, muktedirlere büyük ödünler vererek, büyük teslimiyetçilikler ve uzlaşmalar sergileyerek; İslama, Ümmet’e ve insanlığa karşı sorumlu ve bilinçli tanıklıklar yapmaları ge­rekirken, Amerika’nın, Batı’nın uygun gördüğü, onayladığı bir din’i yorumu meşrulaştırmaya çalışıyor. Aziz İslam’ı muktedirle­rin tanımladığı gibi tanımlamaya çalışan cemaatlerde, cemaat mensubu, birey olmak istemiyor, cemaat tarafından güdülmeyi istiyor. Bu nedenle cemaatin yanlışları hiç bir biçimde sorgulanamıyor. Güdülmeyi talep edenlerin, birey olmak istemeyenlerin varoluşla­rının soyut bir varoluş olduğunu bilmek gerekiyor. Sözünü etti­ğimiz, cemaatlerde hiç bir zaman özgür eylemle bir tercih yapı­lamıyor, bütün tercihler taklit yoluyla yapılabiliyor. 

Kimi çok mükerrem istisnalar dışında (M. Mevdudi, S. Kutup, İmam Humeyni, M. H. Fadlallah gibi) İslam toplumlarında ulema yüzyıllardır sürdürülegelen emperyal/seküler meydan okumalara İslami yanıtlar vermeyi başaramamış, İslami bir perspektif ve vizyon oluşturamamış, bir model geliştirememiş, İslami dünya gö­rüşü ve hayat tarzına meydan okuyan, bu dünya görüşü ve hayat tarzına karşı her tür savaşı sürdüren Batı dünyasına ait düşünsel/kültürel/siyasal çerçevelerle, kurumlarla, yapılarla uzlaşma yolunu seçmiştir. Burada uzlaşma sözcüğünün gerçeği yansıtmadığını teslim etmek gerekir. Asıl söylenmesi gereken, Batılı dayatma­lar karşısında bir teslimiyetin sergilenmiş olmasıdır. Kitle kül­türünün ve popülizmin yayılmasıyla birlikte ulema da itibar kaybına uğramış, kitlesel etki ve popülarite adına, kalabalıkların onayını alabilmek için, düşünsel nitelik ve yoğunluklarından ödün vermiş, kimi zamanda resmi kurumların ve ideolojilerin maaşlı dünyasına mahkûm olarak her tür bağımsızlığını yitirmiştir. Res­mi kurumların ve ideolojilerin maaşlı dünyasına mahkûm olarak bağımsızlıklarını yitiren kimi “din memurlarının” bugün Türkleştirilmiş, liberalleştirilmiş, sekülerleştirilmiş “hoşgörü”lü bir din yaklaşımı için emperyal destek/onay aldığı herkesin bildiği utanç verici bir gerçektir. Bu tür akımlar laik pozitivist eğitim modelini hayata geçiren okullar açarak, seküler eğitimi meşrulaştırıyor. Ortak İslami ilkeler/anlamlar, maalesef cemaat/hizip/mez­hep çıkarlarına alet ediliyor. İslami yorumlar arasındaki rekabet ve karşıtlıklar Ümmet algısını/bilincini parçalama pahasına sürdürülebiliyor. Emperyal stratejiler adına hareket eden Suudi Arabis­tan, Amerika’yla birlikte Mısır’a çok ciddi mali yardımlarda bulu­nuyor, bu yardımların, Müslüman Kardeşlerin Mısır’da siyasal alan­da etkili ve başarılı olmaması için, Müslüman Kardeşlerin etkisi­nin zayıflatılması için kullanılmasını istiyor. Suudi Arabistan Müslüman Kardeşlerin temsil ettiği İslami yorumun, Vahhabi yorum karşısında güçlenmesine yol açabilecek her tür gelişmeyi engelle­mek için Amerika’yla birlikte her tür çabayı harcıyor. Arap-İslam toplumları alimleri/entelektüelleri, Libya’ya yönelik emperyalist kuşatmayı hazırlayan etkenleri analiz etmek yerine, Arap Birliği­nin Libya konusunda uluslararası müdahale talebinde bulunulması kararını destekliyor ya da sessiz kalıyor. Amerikan emperyalizmi insansız uçaklarla, her gün, her an Pakistan’ın ege­menlik haklarını, Pakistan diye bir ülke yokmuşçasına, ihlal ede­rek bombardımana tabi tutuyor, bu bombardımanlarda masum insanlar çocuklar katliama tabi tutuluyor. Bu konuda da İslam dünyası âlimlerinden entelektüellerinden etkili bir muhalefet yükselmiyor. 

Zulmün ve adaletsizliğin olduğu her yerde direniş/başkaldırı ve isyan yoksa eğer, orada insan ve toplum bilinci dumura uğ­ramış demektir. Kendi inançları, dünya görüşleri ve hayat tarzları için sorumluluk almaya cesaret edemeyenler için zil­letten başka bir seçenek yoktur. Muktedirlerin dayattığı, dil/söylem/tarzla, muktedirlerle “diyalog” adına uzlaşanlar bir varlık ve hayatiyet belirttikleri için değil, köle ruhlu oldukları için bu yolu seçiyor, ödün vererek diyalog yerine, kendimiz kalarak diyalog’u seçmek icab eder. Diyalog eşit ta­raflar arasında gerçekleştiğinde bir anlam kazanır. Tahakküm üreten ve bunu meşrulaştıran bir kültürle diyalog olamaz. Ayaklanmalar, başkaldırılar, direniş ve isyanlar, siyasal mu­halefet, insanların/toplumların korkak, çaresiz, aşağılık ve köle olmadıklarını gösterir. Korkusuzluk/şecaat ve onur, özgür­lüğe giden yolları açar. Muhalefet, sorgulama, direniş ve ce­saret gibi yeteneklere sahip olmayanlar, teslimiyetçiliği se­çerler. 

İslami zihnin, bilgi’nin, eğitimin bağımsızlaşması, özgürleşmesi, etkin hale gelmesi gerekirken, bilginin İslamileştirilmesi gerekirken, seküler eğitim modelini hayata geçilmek anlaşılabilir, kabul edilebilir bir durum değildir. Âlimlerin en hayati sorumluluğu İslami dilin/söylemin/eylemin bütünlüğünü, kapsayıcılığını yeniden tesis etmek olmalıdır. Âlimlerin savunmacı bir dil yerine eleştirel bir dil kurması. Vahye dayalı bilgi ile, beşeri bilgiyi tevhidi ilkeler temelinde bütünleştirmeye çalışması gerekir. Modern zamanlarda tarih, muktedirler tarafından yazıldığı için, Müslümanların insanlığa kazandırdığı bilimsel, kültürel, siyasal, ekonomik ahlaki katkılar bu tarih içerisinde yer almıyor. İslam dünyasında yaşanan ekonomik/sosyal çözülme  (16 ncı ve 17 nci yüz yıllar) aynı zamanda bilimsel çözülmeye de yol açtı. Batı’nın siyasal ve ekonomik egemenliği ile birlikte, Batılı kavram ve kurumların dünya ölçeğinde egemenliği de hayata geçmiş oldu. Müslümanlar kapsamlı bir bilim tarihi perspektifine sahip olmadıkları için, çoğu kez,  Oryantalist yorumlara maruz kalabiliyor. Avrupa-merkezci, ırkçı bilim tarihine mahkûm edildiğimiz için, örneğin, hepimiz Newton’u biliyoruz, ancak bilim tarihinde Newton kadar önemli olan 16-11 nci yüzyıl fizikçi-matematikçi-matematik felsefecisi İbn-el Heysem’i tanımıyoruz. Sözünü ettiğimiz yüzyıllarda, merkezi bütün cami­lerde görevli bir gökbilimci ile cebir konusunda uzman görev­liler olduğunu, matematikçi kadılar olduğunu hatırlamıyoruz, İbn-el Heysem bilimsel çalışmalarıyla bütün bir Ortaçağ’ı, Ortaçağ Avrupa düşünürlerini derinden etkilemiştir. İslami bilimsel çaba uluslarüstü bir çabadır. İslam medeniyetinde bilimin küresel etkileri/yansımaları vardı. Arapça evrensel bir dil olma özelliği taşıyordu. Modern zamanlarda ulus-devlet zamanlarında, yerel dillere, kültürlere, coğrafyalara, ulusalcı din algısına ya da devlet dinine kapa­nan Müslümanlar, bu kapanma sebebiyle İslam medeniyetinin ru­hundan uzaklaştılar. Ulus-devlet zamanlarında Türkiyede de yaşandığı üzere, devlet kültürü ile, toplumun/halkın kültürü arasında sürekli bir çatışma ve gerilim yaşandı. Ulus-devlet farklı bir algı ve dil’le konuşurken, toplum/halk farklı bir algı ve dille kendisini ifade etmeye çalıştı. Osmanlı İmpara­torluğu döneminde, imparatorluğun farklı unsurlarına Türkçe dayatılmamışken, ulus-devlet döneminde farklı unsurlara zoraki Türkleştirme ve zoraki Türkçe politikaları dayatıldı. Laiklik yoluyla modernleşmeyi seçen Türkiye, biçimsel ve yüzeysel bir modernleşme adına İslami eğitim, kültür, tarih ve medeniyet dünyasından uzaklaştırıldı.Bugün, kendi iç dinamikleriyle, kültür ve medeniyet birikimiyle kendilerini yenilemesi gereken toplumlar, bunu başaramadıkları için, küresel dinamik­ler doğrultusunda dönüştürülüyor. Kendi kimliklerini kültür ve medeniyet birikimini gereği gibi temsil edemeyen top­lumların küresel/emperyal gelişmeler doğrultusunda dönüştürülmeleri kaçınılmaz hale gelebiliyor. Ortadoğu’da tarih bir yan­da hızlanırken, bir diğer yanda tarihsel belirsizlikler ortaya çıkıyor. 

Hangi alanda olursa olsun, ilmi bütün çabaların bil­giyi İslamileştirmek üzere yoğunlaştırılması gerekiyor. Bilgiyi, imanımızı, hayatımızı, ibadetlerimizi daha anlamlı kıla­bilmek için çoğaltmak zorundayız. Sahip olduğumuz bilgi’yi kendimize saklayamayız, bunları en geniş anlamda paylaşmakla yükümlüyüz. Toplumlarımızda zihni üretkenlik yeniden İçtihadla sağlanabilir. Yeni bir İslami eğitim programı, İslami temellerle, evrensel insani ilkeleri bir bütünlük içerisinde kuşata­bilecek esaslar içermelidir. İslami bir eğitim programı hayatın kâinatın, insanlığın tevhidi bir ufuk içerisinde algılanmasını sağlamaya yönelik, olmalıdır. 

Yeniden hayata, eyleme, tarihe uyanmak için, Vahyi ve kâinatı bilgi kaynağı olarak almak, Peygamberimiz Efendimizin örnekliğini her alanda çoğaltarak bugünle ilişkisini sağlamak üzere, zihinsel, düşünsel bir devrime cesaret edebilmeliyiz. İslam toplumlarında ilmi kadroların, entelektüel kadroların İslami bir modeli 21 nci yüzyıla hitabedebilecek şekilde somutlaş­tırmaları hayati önceliği olan bir konudur. 

Zihinsel kölelikten kurtulmak için, bir bilinç müca­delesinin imkânları ve boyutları üzerinde çalışmak gerekir. Günümüzde ilmi hayat olsun, entelektüel hayat olsun İslam toplumlarının karşı karşıya bulunduğu ağır sorunlarla ilgili olarak bir farkındalık yoksunluğu içerisindedir. Zihinsel özgürlükler için mücadele yürütmesi gerekenler, zihinsel konformizmle malûl hale gelmişlerdir. Konformist bir zihin, konformist bir kadro, konformist bir cemaat ya da kültür, varoluşsal bir özgürlüğe ih­tiyaç duymaz, değişim/dönüşüm iradesi gösteremez, yeni ufuklar yeni perspektifler yorumlar üretemez, sorgulamalar yapamaz. İnsanlar ancak sorgulamalar yaparak yeni düşüncelere ulaşabilir­ler. Konformist bir zihne kapanmak düşünsel varoluşumuzu tahrip eder. Konformist bir zihin çok sınırlı bir zihin dünyasına sahiptir. Toplumlarımız, düşünsel, kültürel, siyasal denetim altında tutulurken; muktedirlerin düşündüğü gibi düşünmeye, yaşadığı gibi yaşamaya zorlanırken; ilmi hayat, entelektüel hayat kon­formizmle bütünleşemez. Siyasal eylemle, üretkenlikle, hareketlilikle, sorgulamalarla hayatımızı çok daha değerli kılabiliriz, Siyasal alanın/eylemin dışında hayat tekdüze kısıtlamalara dönü­şür. Siyasal eylem olmazsa, siyasal özgürlük de olmaz. İslami dünya görüşünü ve hayat tarzını siyasal anlamda bir varoluşa sa­hip olarak somutlaştırabiliriz. İslam, insanlığın bütün temel sorunları ile ilgilenmemizi ister. Dini hayat, düşünsel, entelektüel hayat bu sorunlara kayıtsız kalamaz. Ulemanın, akademik ya da entelektüel kadroların günümüz dünyasında yeni bir konum belirleyerek, her hangi bir etnik aidiyete, mezhebe, cemaate kapanmak yerine bütün bir İslam Ümmetinin ifadesi olmaya yönelik bir çaba içerisinde olması beklenir. Küresel ölçekte değişim, dönüşüm hareketleri yoğunlaştıkça, hızlandıkça, yeni çözümleme­ler konusunda da yoğunlaşmalar gerekir. 

Günümüzde dini meşruiyet yapılarının otoritesinin zemin kaybettiğini görebilmeliyiz. Güce sahip olmakla, otorite­ye sahip olmak birbirinden ayrı şeylerdir. Sorumluluk kavramı büyük ölçüde hayatımızdan çekiliyor, her yerde verimlilik kavramı karşımıza çıkıyor. Kullandığımız bütün kavramlarla il­gili olarak çok ciddi bir ahlaki karmaşa içerisinde bulunuyoruz. Narsistik bir kültür genişleyerek yayılıyor. Liberal dünya görü­şü, hayat tarzı bireyci sapkınlıklara meşruiyet kazandırıyor. “Özgürlük”ten materyalist ve hedonist özgürlük anlaşılıyor. Hiç bir kavram “özgürlük” kavramı kadar uluorta, keyfi, sorumsuzca kullanılmıyor, değersizleştirilmiyor, pespaye hale getirilmiyor. Özgür olmak sorumlu olmayı, sorumlu olmak özgür olmayı gerekti­rir.Egemen bireyin serbestliği adına her tür otoriteyi redde­den bir özgürlük anlayışı savunulamaz, fiziksel anlamda özgür olduğumuzu sandığımız için, zihinsel anlamda köle olduğumuzu fark etmiyoruz. İslam’ı, siyasal bir sistem olarak gündeme getir­me özgürlüğümüz yoktu, bu nedenle İslami bir ahlak sistemi ola­rak savunuyorduk. Şimdi, liberal özgürlükçü yaklaşımlar, baskı­lar sebebiyle, İslami bir ahlak sistemi olarak da savunamıyo­ruz. Özgürlüklerin kötüye kullanıldığı zamanlarda yaşıyoruz. “Demokrasi” ve “insan hakları” kavramları ısrarla kötüye kul­lanılıyor. Çağdaş tiranlıklar, tiranlıklarını “demokrasi” ve “insan hakları” klişeleri altında sürdürüyor. Bütün bu çok ağır koşullar altında İslam toplumlarında âlimler ya da entelektüel­ler, tarihe içtenlikle tanıklık ederek, sorumluluklarını üstlenmek yerine, koşullara uygun yorumlar ve çözümlemeler yapıyor, tarih ve insanlık üzerinde yankı uyandırabilecek düşün­celer ve eylemler üzerinde değil. Günümüzde bir yanda siyasal özgürlükleri abartılı bir biçimde yücelten emperyal bir propoganda dili gündemde tutulurken, bir diğer yanda müslümanların siyasal özgürlüklerini kan dökerek yok eden emperyalist uygulamalar, bir yanda özgürlüğü insan olmanın bir şartı sayan bir söylem, bir diğer yanda bütün özgürlükleri kan dökerek yok eden emperyalist bir barbarlık yürürlüktedir. Bu fiili durum kar­şısında âlimlerin ve entelektüellerin her tür benlik putçuluğunu aşarak, bilgi, yorum, eleştiri, kavramsal çerçeve, sorgulama ve muhalefet üreterek, emperyal tarihi, muktedirlerin tarihini uyararak; statükoları, tahakküm üreten ideolojileri reddederek, özgürlük bilincini yükseltmeleri gerekir. Benlik putçuluklarının belirleyici olduğu bir çevrede hiç bir daya­nışma gerçekleştirilemez.