GEÇMİŞİN YASINI TUTMAK, YA DA GEÇMİŞE TAPINMAK
Küresel zamanlarda yankısı olabilecek bilgi, bilinç içerik, eylem, sorumluluk üretemediğimiz için; emperyal amaçlar­la üretilen bilgilere, içerik ve propagandaya, kirli/çarpık en­formasyona maruz kalıyoruz.
28/11/2011 - 13:21

Emperyal bir çerçeve içerisinde üre­tilen ve pazarlanan bilgi, enformasyon ve kültüre maruz kaldığı­mız için, kendi aklımızı ve algılarımızı kullanmıyoruz, kullan­dığımızı sanıyoruz, özellikle İslam toplumları, kültürel bir hercümerç, savrulma ve kıyamet yaşıyor. Kültürel, ruhsal, manevi, ahlaki boyutu belirsiz hale gelen hayatlar yaşıyoruz. İslami dil söylem, bilgi ve bilinç koşulların/muktedirlerin keyfine göre şekillendirilebiliyor, eğilip, bükülebiliyor. Seküler akıl, hayatımızı varoluşumuzu kutsal olana yabancılaştırarak, hayat ve varoluşu kuraklığa mahkûm ediyor. Küreselleşmenin ve sosyal med­yanın etkisiyle genç kuşaklar neoliberal dünyaya/hayat tarzına katılıyor. Duygularımızı, sezgilerimizi, kalbimizi ve vicdanımı­zı reddeden seküler akıl, insanlığı insanlıktan çıkaran şiddete dayalı bir sistem oluşturuyor. Ekonomik vahşet Müslümanları da içerisine alacak şekilde belirleyiciliğini sürdürüyor. Emper­yalist dünya İslam toplumlarına ve Müslümanlara yönelik olarak hukuku ve özgürlükleri küstahça/pervasızca ayaklar altına alma­ya devam edebiliyor.  

 

Amerika ve Avrupa'da İslamofobi, derinleşerek, geniş­letilerek, yayılarak sürdürülüyor, özgürlüklerin yalnızca bir propaganda klişesi olduğunu görüyoruz. Müslümanlara yönelik ön­yargı ve nefret dalgaları sistematik olarak üretiliyor.  

 

Araçlar dünyasında baş döndürücü gelişmeler yaşanırken, anlamlar dünyasında ürküntü verici gerilemeler, büyük yıkımlar yaşanıyor. İnsanlar ebedi değerlerle değil, moda, günlük ve anlık değerlerle ilgileniyor. İnternet çağında, insani ilişki­ler, doğrudan ilişkiler, yüz yüze ilişkiler dönemi kapanıyor. Ek­ranlarla bütünleşen insanlar, kitapların/düşüncenin dünyasından uzaklaşıyor. Araç/gereç üreten bir uygarlık yalnızca ölçmek ve saymakla sınırlı varoluşlar oluşturuyor. İnsani varoluşlar, mekanik varoluşlara dönüşüyor. Araç/gereç uygarlığı, araç/gereç bilimi, insanı bütün doğallıklardan ve anlam kaynaklarından uzaklaştırı­yor, insanı derin bir boşluğa sürüklüyor. İnsanlık yeniden anlam kaynaklarına, ahlaki/manevi dayanaklarına dönmedikçe, araç/gereç uygarlığının tahakkümü devam edecek. Kendi fıtratına ve anlam kay­naklarına yabancılaşan, köksüzleşen insan’ın insani varoluşu öz-gürleştirecek bir içerik/eylem üretmesi, ürün-eser vermesi bekle­nemez.  

İnsanlık tarihi, modern zamanlarda endüstrileşme ve kentleşme ile birlikte hızlı ve köklü bir değişim yaşamaya başla­dı. Kırsal ve tarımsal bir düzenden, endüstrileşen ve kentleşen bir düzene geçildi. İslam toplumları bu hızlı/köklü değişim süreç­lerine kayıtsız kaldılar. Bu dönemde, özellikle 18 nci yüzyıldan sonra Avrupa kendisini dünyanın özel bir bölgesi, özel bir kültür ve uygarlığa sahip istisnai bir coğrafya olarak görmeye başladı. Batı uygarlığı düşüncesi kutsallaştırılarak bu uygarlığın dünya tarihini belirleyecek en mükemmel özelliklere sahip olduğu iddia edildi. Bu tarihten itibaren Avrupa teknik üstünlük yoluyla Batı dışı dünyada egemenlik kurmaya yöneldi. Avrupa'nın uygarlaştırma projesi aynı zamanda bir misyonerlik projesiydi. Günümüzde “İsla­mofobi” çalışmalarını yürüten düşünce kuruluşlarının yerinde geç­mişte “Hıristiyanlık Bilgisini Yayma”, “Kilise Misyoner Cemi­yetleri” gibi pek çok kuruluş vardı. 1900 lü yıllarda Avrupalılar dünya kara yüzeyinin beşte dördünden fazlasını sömürüyorlardı. Afrika,  1900 lü yıllarda Avrupalı devletler tarafından pay­laşılmıştı. Avrupa sömürgeciliği açısından aradan geçen bunca zaman içerisinde ciddi hiç bir değişiklik olmadı. Bir Avrupa projesi olan İsrail, militer ve faşist Siyonizm,  Amerika­’nın ve Avrupa’nın himayesinde Filistin üzerindeki acımasız sömürgeciliğini sürdürüyor. Libya yeni bir İngiliz/Fransız sö­mürgesi haline geliyor. İsrail'in sömürgeci/faşist statüsü tar­tışılabilir hale geliyor ancak, İsrail'in Avrupa ve Amerika ile olan ideolojik akrabalığı sebebiyle, İsraile yönelik eleştiriler/yaptırımlar/öfke sembolik bir gerilim ve çatışma­dan ibaret kalıyor.

 

Her durumda, her şartta aklımıza, algılarımıza, bilincimize mukayyet olmamız gerekiyor. Hiç kimsenin zihinlerimizi algılarımızı çarpıtmasına/yönetmesine/baskılamasına fırsat ver-memeliyiz. Eleştirel analiz yeteneğimizi her durumda etkili kılabilmeliyiz. İsrail'le ilişkilerini kesmeye cesaret edebilecek bir ülkenin, Örneğin Türkiye'nin, Amerika ile olan ilişkilerini, Nato ile olan ilişkilerini, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini de kesmeye cesaret edebilmesi gerekir. Türkiye’de konumlandırılmak üzere olan Nato Füze Savunma sisteminin aynı zamanda İsrail’i korumaya yönelik bir sistem olduğu unutulmamalıdır. Hukukun, vicdan ve adaletin, insanlık ve merhametin hiçbir şekilde giremeyeceği Guantanamo gibi yerler/bölgeler/mekânlar oluşturan bir sistem'i hiç bir biçimde onaylayanlayız. Libya'ya yönelik Nato barbarizmi/müdahalesi, bombardımanları ve korkunç iç savaş; Kaddafi diktatör olduğu ya da muhaliflere zulmettiği için değil; Batılıların yeni sömürü projelerinin Kaddafi yönetimi tarafından reddedilmesi sebebiyle başlatılmıştır. Nükleer Enerjiden vazgeçmenin yollarını arayan Batılı devletler, bu enerjinin yerine güneş enerjisini geçirmeyi planlıyor. Bu enerjinin Ortadoğu ve Mağrip çöllerinde kurulacak santrallerde güneş enerjisini elektriğe dönüştürmek suretiyle Avrupa'ya taşımayı düşünen, Avrupalı devletler 21 güneş enerjisi sisteminden 12 tanesini Libya topraklarında inşa et­mek istiyor. Kaddafi rejimi, Avrupa'nın enerji ihtiyacını büyük ölçüde karşılayabilecek bu projeyi ısrarla ve şiddetle reddediyor.

 

Görsel kültür, özellikle genç kuşaklar üzerinde yıkıcı etkiler oluşturuyor, genç kuşaklar düşünselliği terk ediyor. Yüzeysel bir taklitçilik her alanda üretkenliğin kaybına yol açıyor. Liberal kültürel gündem genç kuşakları yönlendiriyor. Liberal kültür ise her tür bayağılığı küreselleştiriyor. Birey­selleştirilmiş dindarlıklarımızla eleştirel bir meydan okuma gerçekleştiremiyoruz. Entelektüel anlamda bir hesap sorma nok­tasına gelemediğimiz için, liberal-seküler kavramsallaştırmalara mahkûmiyetimiz sürüyor. Günümüzde yalnızca paraya dönüştü­rülebilen fikirler bir değer taşıyor. İnternet çağında yalnızca maddi bilgilere ulaşabiliyoruz. Bilginin anlamı ve niteliği üze­rinde düşünmüyoruz. Bilgelerin, düşünürlerin yerini uzmanlar alıyor. Dünya hakkında, insanlık hakkında, tarih ve toplum hak­kında bilgi sahibi olmakla; dünyayı/tarihi/toplumu anlamlı kı­labilmek birbirinden çok farklı şeylerdir. Bilmek, düşünmek ve yapmak bir bütündür. Günümüzde bilgi düşünmeye ihtiyaç duymayan bir bilgidir. Yetenek denildiğinde bugün akla gelen ilk şey hangi yollarla olursa olsun çok para kazanma yeteneğidir. İnsanlar, insani değerlere sahip olmak yerine, bir şeylere sahip ol­mak için c canla hırs bir çaba harcıyor. Erdem, bilgelik, irfan vicdan ve merhametin para ile satın alınamayacağı unutulmakta­dır. İnsanlar anlık başarılarla, anlık ödüllendirmelerle tatmin olabilmektedir. Materyalist ihtiraslar nedeniyle tüketim açlığı bir türlü giderilememektedir. Sentetik bir dünyada, hayatın her alanında hiç bir derinliği ve içtenliği olmayan mekanik ve bas­makalıp yaklaşımlar yeni bir tarz oluşturuyor, Sentetik ve mekanik bir dünyaya ait zorunluluklar, kalbimizi, ruhumuzu hayatımızdan söküp çıkarıyor. Gündelik hayatın hayhuy’u, maddi sorunları baskısı, bizleri derinlikli bir biçimde düşünmekten alıkoyuyor. Ayrıntıların peşinde koşuyor, oyalanıyoruz. Kendisini bilmeyen bir insanın, pek çok şey biliyor olması bir kıymet taşımıyor. Sosyal statüleri tüketim nesneleri belirliyor. İnsanlar ancak, tükettiklerinde mutlu olabiliyor. Bir diğer yanda sahip olanlarla olmayanlar arasındaki gerilimler, çatışmalar da tırmanıyor. Sosyal eşitsizlikler, ayaklanmalara neden oluyor. Neoliberal hayat tarzı ahlaki/vicdani kayıtsızlıklara yol açıyor, insan­lığı, erdemli bir hayata yabancılaştırıyor.

 

Modern özgürlük algısı bütünüyle maddi bir içerik taşıyor. Bu nedenledir ki;  zihinleri sömürgeleştirilen insanların, toplumların özgürlüklerinden söz edemiyoruz. Hayatta hiç bir şeyin insan zihninin sömürgeleştirilmesi kadar kötü/vahim sonuçlar veremeyeceğini bilmek gerekiyor. Resmi dünyanın güç yoluyla dokunulmaz kılınması ve tartışılmaması sebebiyle muktedirlerin, müstekbirlerin fikirleri, kavram ve kurumları günümüz dünyasını şekillendiriyor. Bizlerin, Müslümanlar olarak, modern-liberal dünyayı/hayatı toptan kabulümüz ne kadar yanlışsa, toptan reddimizde o kadar yanlıştır. Bugün, maalesef, Batı teknolojisini, Batılı değerlerden bağımsız olarak nasıl ithal edeceğimiz konusun da yeterli, tatmin edici yanıtlara sahip değiliz. Bugünün dünyası, teknolojinin dili ile matematiğin dili ile konuşuyor. Hakikati matematiksel bir yaklaşımın, algının sınırları içerisine sıkıştıran bir dünyada insani/ahlaki bir gelecek olamaz. Büyülü yalanlarla aldatılan insanlığı, olup bitenleri sorgulayabilecek bir irade ortaya koyabilmesi zihinsel özgürlüğe sahip olmakla mümkün olabi­lir. Yönünü şaşırmış bir dünyada, bilimin, bilgi'nin, enformasyo­nun, ideolojik amaçlarla, ırkçı amaçlarla araç haline getirilmesi suretiyle bugün her toplumda kamuoyu muktedirlerin/müstekbirlerin isteği doğrultusunda yönlendiriliyor, sömürgeci amaçlara hazır hale getiriliyor.   

 

Bu nedenle, olaylara, dünyaya bakma, yorumlama tarzlarımızı gerektiğinde değiştirebilmeliyiz. Muktedirlerin hayat tarzları ile sıradan insanların hayat tarzları arasında kapatılma­sı mümkün olmayan uçurumlar var. Muktedirler halklara karşı sorum­lu değiller, kimseye hesap vermek gibi bir yükümlülükleri de yok. Yalnızca zenginlere hizmet eden bir ekonomik sistem, yoksulları dışlıyor, yalnızlaştırıyor. Büyüyen gelir uçurumuna yönelik kit­lesel isyanlar yaşanıyor. Bilgi teknolojilerinin oluşturduğu aşı­rı bağlantılı bir dünyada geleceğe yönelik umutları olmayan, geleceksiz genç kuşaklar diktatörlere karşı ayaklanıyor, küreselleşme ve bilgi teknolojileri hoşnutsuz kesimleri yerel otoritelere karşı yüreklendiriyor, cesaretlendiriyor.

 

Gerçek bir umut için, gerçek bir iman'a sahip olabil­meliyiz. 

 

İlahi yaratılışın, varoluşun, eşsizliğine, mükemmel­liğine saygı duymayan bir kültürün, birey haklarına saygıdan söz etmesi inandırıcı olamaz.

 

Zihinsel bir arınma olmaksızın, manevi bir arınma olamaz. İnsanı özgürleştirmeyen bir bilginin bir değer taşımadı­ğını anlamak gerekir.

 

Dünya nimetlerine sahip olmakla, dünya nimetlerine köle olmak birbirlerinden çok farklı şeylerdir. Dünya nimetlerine köle olmamak için, arzularımızı kontrol edebilmeliyiz, içimizde var olmayan bir şeyi, dışarıda bulamayacağımızı bilmeliyiz.

 

Koşullara teslim olmuş, koşulları meşrulaştırmış, koşullara alışmış, koşulları içselleştirmiş, yaşadığı hayatla il­gili hiç bir sorunu bulunmayan kesimlerle bir muhalefet bilinci oluşturulamıyor. Neoliberal, kapitalist ve bireyselci hayat tarzı karşısında direncimizi yitiriyoruz. Ne gerçek anlamda gelenekçi­yiz, ne de gerçek anlamda moderniz. Hepimiz bir ara yerde yaşı­yoruz. Bu ara yerdelik sebebiyle çok ciddi kişilik bölünmeleri ile karşı karşıya bulunuyoruz. Sözünü ettiğim kişilik bölünmesi her yerde, her durumda onurlu davranmamızı engelliyor, onurlu ta­vırlar sergileyemiyoruz. Genç kuşakların isyan ve ayaklanmaları İslam toplumlarında yaşanınca alkışlanıyor, Batı toplumların­da ayaklanan genç kuşaklar şiddetli bir biçimde bastırılıyor ve cezalandırılıyor. Irkçı politikalar, çatışmalar ve nefretler modern bir cahiliye çağında yaşadığımızı gösteriyor. Irkçılığı normalleştiren modern Batı'ya özgü değerler, farklı unsurların birlikte paylaşabilecekleri değerler değil.

 

Avrupalı’lar bir yanda uygarlığın kendileriyle bir­likte başladığını iddia ederlerken, bir diğer yanda, İslam toplumlarına yönelik güç çılgınlıklarını, güç manyaklıklarını ara ver­meksizin sürdürebiliyor. Ortadoğu’ya yönelik, Mağrip ülkelerine yönelik her müdahale, her saldırının yalnızca ekonomik çıkarlar ve sömürü için gerçekleştirildiğini anlamak gerekiyor. Yeni em­peryalistler, neoliberalizm için, yeni sömürge alanları açmak üze re Libya'da iç savaş başlattılar. Libya'da muhalif kesimler, Kad­dafi diktatörlüğüne karşı ayaklanan kesimler emperyalist dikta­törlere hizmet vermekten büyük bir mutluluk duyuyor. Tarihte böy­lesi bir zillet çok az görülmüştür. İçerisinde bulunduğumuz gün­lerde Nato üyesi ülkeler, Türkiye de dâhil olmak üzere Libya ga­nimetinden pay kapma yarışı içerisindeler. Yeni sömürgecilik Petrol, doğal gaz, güneş enerjisi vb. gibi enerji kaynaklarıyla ilgili olarak Libya'yı sömürgeleştiriyor, özelleştiriyor.  

 

Küresel dünya istila eden ve dayatan bir dünya'dır.

 

 

Küresel, neoliberal-seküler kültür sorgusuz sualsiz benimsenen, yaşanan bir kültüre dönüşmüştür. Bugünün en hayati sorunu, neoliberal istila karşısında savunmasız durumda kalmak­tır. Hayatın teknikleşmesi, dünyanın matematikleşmesi sebebiyle bütün dünya ahlaki değerlerden boşaltılmıştır. Dünyamızda çıkar güdüsünün hâkim olmadığı temiz bir alan kalmamıştır. Çıkarcılık hesapçılık temelinde şekillenen ilişki biçimleri, hayat tarzları, ahlaki bir direnişi imkânsız hale getirmektedir.

 

Maddi bilgiler açısından hiç bir çağ, içerisinde yaşa­dığımız çağ kadar zengin olmadı, ilahi Hakikat bilgisi, bilinci açısından hiç bir çağ içerisinde yaşadığımız çağ kadar yoksul değildi. 19 ncu yüzyılda gerçekleştirilen bilimsel devrimler, bir "din" gibi dokunulmaz kılındı, din ise "batıl inanç" katego­risine indirgendi. Bugün, kitle tüketim kültürleri, kültürel öz­günlükleri, nitelikleri tahrip ediyor, Gündelik hayatın bütünüyle maddileşmesi, İslami temellere yabancılaşmamıza, İslamı yalnızca bir kültüre dönüştürmemize neden oluyor. Bütün kültürler küresel süreçler karşısında savunmasız durumda. Küreselleşme karşısında bütün yerellikler güçsüz. Küresel etkiler karşısında ancak Ümmet inancının, bilincinin, kültür ve ahlakının hayata geçirilmesi yo­luyla İslami varlığımızı, kültürel varlığımızı koruyabiliriz. Ümmet bilincinin gerçekleştirilmesi demek, küresel anlamda, kü­resel sisteme yönelik olarak bir muhalefeti de hayata geçirmek demektir. Ancak, halen İslam toplumlarının yaşadığı mezhep ve et­nik köken rekabetleri, Ümmet'i gerçek kılma mücadelesi önünde çok büyük bir engel teşkil ediyor. 1750 lerden sonra dünya radikal bir değişim sürecine girdi. Ekonomik değişimle birlikte sosyal ve kültürel dünyada da ciddi bir değişim yaşandı. Avrupa'nın yükselişi, Kuzey ve Güney Amerika'nın keşfi ile başladı. Atlantik ticaret yollarının açılması, ticaret dünyasının oluşturulmasıyla birlikte Avrupa yeni bir döneme girmiş oldu. Avrupa’nın İslam dünyasının, Hindistan ve Çin'in ekonomik seviyesine yükselmesi, Kuzey ve Güney Amerikadan Aztek ve İnka imparatorluklarından elde edilen ganimetler, hazineler, diğer yağma malları, yerli halkları zorla çalıştırmak suretiyle elde edilerek Avrupaya getirilen altın ve gümüş birikimi, köle plantasyonlarından elde edilen diğer zenginlikler yoluyla oldu.

 

   17 nci yüzyıla kadar Çin ve İslam toplumları bilim/sanat/üretkenlik/teknik gelişme alanlarında rakipsizdi. Bu gerçek İslam dünyası toplumlarını, Doğu toplumlarını bilim dışı olarak dam­galayan/aşağılayan Avrupa merkezci mekanik ve indirgemeci yakla­şımların, ırkçı önyargılardan ibaret olduğunu gösterir. Bütün bu gerçeklere rağmen Avrupa dışında kalan toplumların, kültür ve medeniyetlerin birikimlerini görmezden gelerek Avrupa'yı her alanda istisna sayan bir görüş bugün de büyük ölçüde yürür­lüktedir. 1750 lerden başlayarak takip eden 100 yıl içerisinde İngiltere’de yaşanan gelişmeler “endüstri devrimi” olarak nite­lendirildi. Bu tanımlama yapılırken her şey İngilizlerin yete­neklerine bağlandı. Endüstri Devriminin tarihin daha önceki dö­nemlerinde, farklı coğrafyalarda/toplumlarda/kültürlerde gerçek­leştirilen teknik keşif ve icatlardan yararlanmak suretiyle geliştirildiği her nedense unutuldu ya da özellikle unutturul­du. Gerçek bir tarih yaklaşımı, insanlığın ortak serüvenini, bütün kültür ve uygarlıkları birlikte değerlendiren, doğuları ve batıları aynı duyarlıkla, bilinçle değerlendiren bir tarih yaklaşımıdır. Tarih çalışmaları ırk merkezli, tarafgir tercih­lerle yürütülemez. Bugünün ideolojik dünyası ne yazık ki; ırkçı mülahazalara dayalı olarak dünyayı iyiler ve kötüler dün­yası olarak ayrıma tabi tutuyor. Batılılar iyilerin dünyasını oluştururken, Müslümanlar kötülerin dünyasını oluşturuyor. Irk merkezli tarihler, farklı kültür ve uygarlıkların birikim ve tecrübelerini hiç bir şekilde dikkate almıyor. Günümüzde, modern zamanları, Batı'nın dünyaya hâkim olmasından ibaret sa­yan bir tarih görüşü etkili olmaya devam ediyor. Bu tarih gö­rüşü endüstrileşmiş, sanayileşmiş dünyayı merkeze alırken, sanayileşmemiş dünyayı da bağımlı/geri/taşralı olarak dışlıyor. Batılılar genellikle bu süreci 1500 yüzler sonrası dönemle başlatırlar, hâlbuki bu süreç 18 nci yüzyılla birlikte başlar. 17 nci yüzyıla kadar İslam dünyası Avrupa'dan çok daha zengin ve gelişmiş durumdadır. Avrupa'nın gerçekleştirdiği değişim, İslam-Asya toplumlarından ithal ettiği araçlar/yöntemler yar­dımıyla mümkün olabilmiştir. İslam toplumları bu araç ve yön­temlere sahip oldukları halde her hangi bir değişimi maalesef gerçekleştirememiştir. Bu konu'nun farklı bir bağlamda tartı­şılması gereken pek çok nedeni ve boyutu vardır. 17 nci yüzyıla kadar Osmanlı Devleti bütün dünyanın hesaba katmak zorunda olduğu bir devletti. İslam toplumları akla veda ettiklerinde, tarihe de veda etmiş oldular.

 

Akla ve tarihe veda ettiğimiz günden bu yana aklen, zih­nen ve algısal olarak büyük bir düşüş/çöküş yaşıyoruz. Müslüman­lar bağımsız bir zihinsel varoluşa sahip değiller, içerisinde bulunduğumuz dönemde İslam-Arap toplumlarında olan isyan/ayaklanma/başkaldırı ve devrim’lerden söz ediyoruz. Ancak bütün bu toplumlarda zihinsel anlamda bir isyanın/ayaklanmanın/ başkaldırı'nın söz konusu olmadığını unutuyoruz. Zihinsel anlam­da savaş yeteneğine/birikimine/üretkenliğine sahip olmayan top­lumların hiç bir şekilde yapısal bir değişim/dönüşüm gerçekleş­tirmeleri mümkün olamaz. Toplumlarımız otoriter devlet aygıtla­rı karşısında zayıf düştüler, yok sayıldılar. Keyfi yönetimler ve keyfi kurallar yoluyla etkisiz hale getirildiler. Modern za­manlarda da ulus-devlet’lerin türdeş nüfuslar oluşturma politi­kaları sebebiyle halklar birbirlerine yabancılaştırıldılar. Ulus-devlet sürecinde hâkim olan etnik unsurlar, farklı olan unsurları "etnik azınlık" olarak değerlendirdiler ve baskıladı­lar. İslam toplumları anılara tapındıkları ve geçmişin yasını tuttukları için, bilimsel-endüstriyel-seküler dünya görüşüyle, kültür ve uygarlıkla ilgili eleştirel analizler, sorgulamalar yaparak kendilerini yeniden konumlandırmayı, yapılandırmayı başaramadılar. Müslümanlar olarak günümüzle hiç bir suretle ilgisi bulunmayan, günümüze, geleceğimize, mücadelemize hiç bir katkısı olmayacak tartışmaları, rekabetleri sorumsuzca sürdürebiliyoruz. Geçmişte yaşanan dramatik olaylarla ilgili eleştirel analizler yapmamız gerekirken, geçmişi her İslami eğilim kendi mezhepçi yorumlarına hapsediyor. Her mezhebin kültürel bir statükosu var. Bu statüko her durumda tek yorumu dayatıyor ve kendisini yenileme ihtiyacı duymuyor. Her yorum çevresi kendilerini kurtuluşa eren bir çevre olarak takdim edebiliyor. İslami kimlik sorunu mezhepçi/kabileci bir ilkelliğe dönüştürülüyor. Bugün, bütün Müslümanların küresel ölçekte etkili olabilecek düşüncelere, fikirlere, projelere, yaklaşımlara sahip olmaları gerekiyor.

 

Küresel ölçüde etkili olabilecek düşüncelere sahip olmak günümüz küreselleşmesinin dinamiklerine teslim olmak demek değildir, Doğu-Batı ideolojik karşıtlığının/çatışmasının/rekabetinin yerini, Batı İslam ideolojik karşıtlığının/çatışmasının/rekabetinin aldığı bir dönemde, toplumlarımızın zihinsel saldırılar bir yana, her an fiziksel saldırılara muhatap kılındığı bir dönemde, hizipçi/mezhepçi, kabileci yorumlara kapanmak, “hoşgörü” söylemi gibi muğlak bir söyleme kapanmak yerine, Ümmet bilincine ve dayanışmasına açılmak gerekir. “Hoşgörü” söylemi konusunda çok dikkatli hareket etmek durumunda olduğu­muzu unutmamalıyız. 19 ncu yüzyılda Hintli mistik Ramakrişna bütün dinlerin eşitliğini savundu. Dinleri değişik kovalara doldurulmuş sulara benzetti. Her kovadaki su farklı dillerde su'yun söyleniş tarzıydı. Öğrencisi Vivekananda “hoşgörü” akı­mının öncüsü oldu.

 

Toplumlarımızda geleneksel yapıların aşınması, yıp­ranması, işlevlerini yitirmesi durumunda her alanda bir yeni­lenmenin zorunlu olabileceği düşünülemedi. Bu durum kronik ha­le gelen sorunların biriktirilmesi sonucunu doğurdu. 17 ve 18  nci yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu çöküş sürecine girince çözüm için kendi bünyesinde bir yenilenme gerçekleştirmeyi ba­şaramadı, özellikle eğitim ve bayındırlık hizmetleri gibi kimi alanlarda Avrupa'daki uygulamaları iktibas etmek üzere Avrupa’ya heyetler gönderildi. Osmanlı Devleti, kendi bünyesinde, ken­disi kalarak yenilenmek yerine Batılılaşarak yenilenme yolunu seçti. Batılılaşma konusunda yabancı büyük elçilerin danışman­lıklarına başvuruldu. Tanzimat, Batı uygarlığı yönünde bir ter­cihin tezahürü olarak gerçekleştirildi. Avrupa’lılar Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nu, Batı uygarlığının bir zaferi olarak alkışladılar. Hatt-ı Hümayunu Batılılar kendi dünya görüşlerinin bir yansıması olarak gördüler, Avrupalılaş­ma yönünde Ebu Bekir Ratip Efendi (1793) ile başlayan Avrupa seferleri aradan 200 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün de devam ediyor. Osmanlı İmparatorluğunun Batı'nın bir parçası olması yönündeki girişimleri sırasında, bugün olduğu gibi, Müslümanla­rın Avrupa uygarlığına yabancı oldukları gerekçesiyle Avrupa'dan kovulmalarının zorunlu olduğu tartışılabiliyordu. Avrupa’lılar beyaz deri'nin üstünlük alameti olduğuna inanıyorlardı. İskoçyalı filozof David Hume (1753) beyazlar dışında uygarlık sahibi bir millet olmadığını iddia edebiliyordu. Sözü geçen filozofun saçmalıkları/hezeyanları Avrupa merkezci tarih yaklaşımı nezdinde her hangi bir sorun teşkil etmiyor. Dünyanın yalnızca bir bölge­sini, yalnızca bir halkı, yalnızca bir din'i/kültürü konu edi­nen bir insanlık tarihi yaklaşımı, tarihin ideolojiye dönüştürül­mesi kabul edilemez. Batı'yı her alanda yücelten, Batı modeli'ni, uygarlığını eşsiz telakki eden içgüdüsel yaklaşımlar, yerini eleştirel/sorgulayıcı yorumlara bırakmalı. Her iki Batı'nın, (Amerika-Avrupa) kendi ölçütlerini savaş yoluyla dayattığı dikkate alınırsa, Batı modeli'ni yüceltmenin hiç bir anlamı olma­dığı kolaylıkla anlaşılabilir. Müslümanlara uygarlık dersleri vermeye çalışanların gerçek bir tarih terbiyesine ihtiyaçları var; Halife Ey Muktefa döneminde Bağdat'ta faaliyet halinde bu­lunan bütün doktorların Eminüddevle İbn üt Tilmiz adlı Hıristiyan bir doktor tarafından uzmanlık sınavına tabi tutulduklarını kay­detmeliyiz. İslam İmparatorlukları bünyesinde Hıristiyan azınlık­lar pek çok alanda siyasal sistem içerisinde resmi görevler ala­bilirken, 15 nci yüzyılda İspanya'da, Müslüman karşıtı yasalar yürürlükteydi ve resmi görevler alabilmek için saf Hıristiyan kanından olmak gibi şartlar vardı. Bir diğer yanda İspanya'da su medeniyetinin hayat verdiği Endülüste, Müslümanlar çekildik sonra, domuz eti yemeyen ve düzenli olarak banyo yapan Moriskolar bu nitelikleri sebebiyle çok ağır cezalara çarptırılıyordu. Engizisyon dönemi İspanyasında kendi dillerini konuşmakta ısrar ettikleri için çingenelerin dilleri kesiliyor­du. Amerika kuruluş aşamasında, yerlileri etnik temizliğe tabi tuttu. Yüzyıllardır sürdürülegelen bu “uygarlık” spekülasyonlarıyla büyülenenlere Engels'in pek çok gözleminden ilginç olan bir tanesini nakletmek yerine olabilir: Engels'in anlattığına göre, 1840 lı yıllarda Manchester'de 200 kişiye yalnızca bir tuvalet düşüyordu, bütün kent lağım çukurlarından ve lağım ko­kularından muzdaripti. 1677 lerde İngiltere Başsavcısı Afrika­lıların mal ve eşya sanılmaları gerektiğine hükmetmişti. İngi­liz sömürgelerinde köle öldürmenin suç teşkil etmediği tarihsel kayıtlarda vardır. Hıristiyanlık kölelik kurumunu onayladığı gibi, hukuk sistemi de köle sahiplerini himaye ediyordu. Kuşku­suz bu tarihsel gerçekleri gündeme getirmek için çok gerilere gitmeye gerek yok. İçerisinde yaşadığımız günlerde/dönemde İngiliz/Fransız emperyalizmi ekonomik/politik çıkarlar için bir takım sahte bahaneler/gerekçeler icat ederek Libya'da iç savaşı kışkırtmış ve binlerce masum insanın, mal ve eşya imha eder gibi katledilmelerini göze alabilmiştir. Batı dışı dünyaya "demokrasi ihracı" klişesi çok hayâsız bir yalandan ibarettir. Bütün kararların sermaye tarafından alındığı bir dünyada "demok­rasi" büyük bir aldatmacadır. "Demokrasi" yalnızca bir dekordur. Askeri yöntemlerle, faşizan yöntemlerle, katliamlar yoluyla "demokrasi" ihracı anlaşılabilir/kabul edilebilir bir yol olamaz.

 

Bir akıl ve bilinç bütünlüğüne sahip olarak, etnik ve ulusalcı alanları aşabilmemiz, bir Ümmet ve gelecek perspek­tifine sahip olabilmemiz, esasa/temellere ilişkin konuları gün­demimize almamız, küresel dünyada etkileyici ve dönüştürücü İslami bir rol üstlenmemiz hayati önemi olan öncelikli uğraşı­mız olmalıdır. Bu bağlamda gerçeklik anlayışımızı kimin şekil­lendirdiği konusu halen tartışmaya açık bir konudur. Bugün kar­şı karşıya bulunduğumuz küresel kültür açıkça güçlü bir tahakküm kaynağıdır. Her şeyin büyük bir alacakaranlık içerisinde bulun­duğu bir dünyada, öncelikli sorumluluğumuz İslami konumumuzu, saflarımızı, tarzımızı yeniden seçmek olmalıdır. Bizler, Müslümanlar olarak geçmişten miras olarak aldığımız birikimi tüketiyoruz. Yirmibirinci Yüzyıl üzerinde etkili ola­bilecek, yankısı olabilecek, yeni bir birikim/bilinç/kültür üret­miyoruz. Bağımsız bir birikim/bilinç/kültür üretecek entelek­tüellere, âlimlere sahip değiliz. Özellikle genç Müslümanların geçmişe özgü mirası, birikimi çoğaltmak, zenginleştirmek, güncel­leştirmek yönünde çabaları olmalı. Hayal kırıklıkları biriktir­meye devam edemeyiz. Kendi suçlarımızı, zaaflarımızı, sorumsuz­luklarımızı itiraf etmek yerine suçu hep muktedirlere yükleye­meyiz. Başkalarında aşağılık olarak gördüğümüz şeyleri kendimiz yapmamalıyız. Her şartta, eğilip bükülmeden erdemli kalma, onur­lu olma cesareti gösterebilmeliyiz. En soylu sorumlulukları al­mak ahlaki tarzımız olmalı. Hayatımızı hırs ve ihtiraslarımızı kontrol etmek suretiyle yaşanılabilir hale getirebiliriz. Gerçek ihtiyaçları tesbit ederek, ihtiyaçlarımızı azaltarak, tüketim alışkanlıklarımızı sınırlandırarak hayatımızı kolaylaştırabiliriz.

 

Müslüman olmak, hiç kimsenin etnik kökenini, dilini, tarzını sorun haline getirmeyen, insanları sahip bulundukları erdemler, nitelikler ve bilgeliklerle değerlendiren bir terbiyeye sahip olmamızı zorunlu kılar. Ahlaki ve vicdani duygularını kay­beden, edep ve hayâ duygularını kaybedenler, aslında insanlıkla­rını kaybetmişlerdir. "Uygarlaştırma misyonerliği" konusunda çok dikkatli olmak gerekir. Çok gelişmiş, çok uygar ülke demek, en ölümcül kitle imha silahlarına, en ölümcül teknolojilere sahip ol­mak demektir. Maddi anlamda çok gelişmiş olan dünya, savaşa dayalı bir sömürü sistemi oluşturmuştur. Seküler kültür ve eğitim'in in­sanlığı ahlaklı ve vicdanlı kılmadığı, erdemli kılmadığı anlaşılma­lı ve anlatılmalıdır. Seküler kültürlerde insanlar, olmak için değil, görünmek için yaşar, görünmek için çaba harcar. Seküler kültürler hayatın ahlakıyla çelişen ilgiler ve tercihler oluşturur. Gücün her şey olduğuna inanan bir dünyada ahlaki ve vicdani bir kuraklık yaşanıyor. Sorumsuz bir materyalizm tarafından yönetilen piyasalar, parasal ilişkilerin mantığı, ahlaki hassasiyetlerimizi yok ediyor. Ekonomik faaliyetler ahlaki alanın dışında cereyan ediyor. Ekonomi insanları kontrol ediyor, insanlar ekonomiyi değil. Açıklıktan, dü­rüstlükten, yoksun, farklı durumlarda farklı anlam ve amaçlar içe­ren, farklı gündemlere hizmet eden, saygınlığı olmayan tartışmalı kavramlarla zihinlerimiz kontrol ediliyor, çarptırılıyor.