GÜVENİLEBİLİR UMUTLAR İÇİN, GÜVENİLEBİLİR BİR BİLİNÇ GEREKİR
Güvenilebilir umutlar için, güvenilebilir bilgi / bilinç / birikim ve ufuklar gerekir.
21/11/2012 - 15:15

İslam toplumları, 19’ncu ve 20’nci yüzyıllarda çözüm­lemeleri gereken sorunları çözümlemek yerine, biriktirdikleri için, 200yıl boyunca biriktirdikleri sorunlarla, çok boyutlu, çok yön­lü ikilemlerle / çelişkilerle21’ nci yüzyıla girdiler.  Modernleşmenin ürettiği ve dayattığı sorunlar, çalkantılar, belirsizlikler, gerilimlerle başa çıkmayı başaramadık. Toplumlarımız modernleşme süreçlerine uyum sağlayabilmek için, İslam’a yabancılaştılar. İslam temel kimlik kaynağı olma niteliğini maalesef yitirdi. Sözünü ettiğimiz dönemde, İslam algısı, modern dayatmalar karşısında bir “gelenek” algısına dönüştürüldü. Sömürgecilik projesi bütün İslam toplumlarına, modernite lehinde reformlar dayattı. Modernleştirme hareketleri; işgaller ve egemenlik uygulamalarının maskesi olarak kullanıldı. Özellikle Türkiye'nin Batılılaştırılması, modernleşti­rilmesi İslam’ın sistematik bir biçimde dışlanması amacına yönelik­ti, İslam dünyası toplumlarında İslam’a yönelik en kapsamlı saldırı Türkiye’de gerçekleştirildi.

Kemalizm, Baasçılık, Nasırcılık gibi ideolojik / seküler /  milliyetçi akınlar faaliyet gösterdikleri ülkelerde ulemanın İslami işlevlerine / misyonuna son vererek, bu kesimi devlet memuru ha­line getirdi. Her ülkede devlet bürokrasisisin bir parçası haline getirilen, devlet ideolojisine ve devlet İslam’a hizmet eden dini kurumlar / kadrolar, her dönemde ulus-devlet'in politikaları doğrul­tusunda çalıştılar. Türkiye’de milliyetçilik İslam'a karşı açık bir meydan okuma seklinde ortaya çıktı. Milliyetçilik İslami geçmişimizi aşağılayarak inkâr etti. Sömürgeciliğin ürünü olan ulus-devletler / İslam’ı ulusal sınırlar içerisine hapsettiler ve ulusal kültürün kontrolü altına aldılar. Ulus-devlet sınırları içerisine hapsedilmiş bir İslam, İslam’ın asla onaylayamayacağı, kabul edemeyeceği, meşrulaştıramayacağı bir konumdur. İslam’ın ulus-devlet sınırları, ulusal kültür mantığı içerisine kapatılarak milliyetçi-seküler zihniyetin denetimi altına alınması demek, İslam’ın kamusal ve siyasal alandan uzaklaştırılması anlamı taşı­yordu.

Ulus devletlerin tarihe girişleriyle birlikte İslam’dan bağımsız kavram-kurumlar oluşturuldu. Her yerde İslam simgesel anlamda / bağlamda temsil edilir oldu. Yalnızca İran'da, İslam Devrimiyle birlikte din ve siyaset birleştirilmiş oldu. Bu nedenledir ki İran, İslam Devriminin gerçekleştirildiği günden bu yana modern-seküler-emperyal-liberal dünyanın tehdidi altında varoluşunu sürdürüyor.

Toplumlarımızın Avrupa-merkezci siyasal düşünceler tarafından işgal edilmesiyle birlikte, laik yaklaşımlar, düşünceler ve hayat tarzı güç kazandı. Milliyetçilikler her alanda sosyal / toplumsal tahribata yol açtı. Laiklik ve milliyetçilik uygulamalarıyla birlikte, İslam önceliğini / önemini / hayatiyetini kaybetti. İslam’ın ulus-devlet yaklaşımları içerisine çekilmesi, ulus-devlet sınırlarını aşma iradesini gösterememesi, bu sistemle rekabet etme gücünü yitirmesi, İslam’ın sembolik / folklorik bir alana kapatılmasıyla sonuçlandı, İslam toplumlarına yönelik sömürgeci proje laiklik temelinde hayata geçirildi. Ulus-devletlerde, sömürgeciliğin ürünü olan devletlerde modernite demek, laiklik demekti.

Modernleşmenin ve küreselleşmenin olumsuz etkilerine karşı hazırlıklı olmayan İslam dünyası toplumlarında, bu süreçler, şehirlerimizin de yapısal bir dönüşüme uğramasına yol açtılar, şehirlerimizin özgün dokusu tahrip edildi. Şehirlerimiz ve kültürümüz kimliğini kaybetti. Şehirlerimizin ve şehir planlarının / hafızası barbarca yağmalandı, modern saldırılardan önce şehirlerimiz ve çevresi İslam düşüncesinin, hayat tarzının ve felsefesinin ruhuna uygun bir biçimde düzenleniyordu. Bütün yapıların manevi bir boyutu / tarzı vardı. Bugün, şehirlerimizin ve şehir planlarının İslam mimari tarzıyla, mimari kültürüyle uzaktan yakından bir ilgisi bulunmuyor, şehirlerimizin tanınmayacak ölçüde kimliklerini ve kültürlerini yitirmelerinde kırsal kesimden gelen yoğun göçlerin, toplumsal çatışmaların, emperyalist işgallerin, savaşların, ilaçlı saldırılarının da büyük etkisi var. Laik kurumların / kavramların  / algıların etkisi, vesayeti, himayesi altında İslami bir varoluştan söz edilemeyeceğini halen gereği gibi kavrayabilmiş / anlayabilmiş değiliz. İslam'ı modern-seküler zamanlara göre yorumlamak / algılamak, İslam’ı yalnızca manevi bir güç olarak yaşatmak anlamına gelir.

İslam’ın dini bir güç / hareket olduğu kadar, dünyevi bir güç / hareket olarak tarihe girdiğini gereği gibi konuşamadık. İslam-siyaset-devlet ilişkini, İslam’ın siyaseti belirlemesi gibi temel konular yirminci yüzyıl başlarından itibaren modernite tarafından gündem dışına çıkarıldı. Laik ve ulusalcı ideolojilerle entelektüel baklamda hesaplanamadık, İslam’ın; Müslümanların siyasal hayatlarına katkıda bulunamayacağı, siyasal hayatlarını yönetemeyeceği iddialarının halen kibirli bir biçimde sürdürülebiliyor olması, İslami düşünce / bilim / entelektüel hayatının yetersizliği / cesaretsizliği ile yakından ilgilidir. İslami siyaset, Îslam’i inançlarla / değerlerle / yapılarla iç içe geçen bir bütünlüğün ifadesidir.

Kendi tarihimizin öznesi olmak gibi bir iddiamız varsa eğer, önce kendi bağımsız düşüncelerimiz / fikirlerimiz / projelerimiz ve irademiz olmalı.

Güvenilebilir umutlar için, güvenilebilir bilgi / bilinç / birikim ve ufuklar gerekir.

Duygusal tercihler konusunda çok dikkatli olmak ilkemiz olmalı, bu tür tercihlerin çoğu kez kitlesel körleşmeye neden olabileceğini hatırlamalıyız. Manşetlerde ve ekranlarda gördüğümüz tablonun / tabloların arka planında neler olduğunu anlamaya çalışmadığımız takdirde yanılabiliriz. Manşetlerin ve ekranların zihnimizi çarpıtmasına imkân vermemeliyiz. Aklın, vicdanın ve bilincin ölümünün gerçekleştiği bir dönemde, kapitalist demokrasiler kendi çıkarları adına bütün bir insanlığa yönelik olarak her tür kötülüğü / barbarlığı / canavarlığı göze alabiliyor.

Farklıyı kavramak, anlamak için erdemli olmak yeterlidir, erdemli insanlar için, erdemli toplumlar için, farklılıklar bir sorun teşkil etmezler.

Avrupa modelini, demokratik modeli tek model olarak dayatmak yerine, farklı modellerden bir model olarak gördüğümüz takdirde ancak çok kültürlü bir dünyadan söz edebiliriz. Tek modelin dayatıldığı bir dünyada çok kültürlülükten söz etmek kadar büyük bir yalan olamaz. Karşılıklı anlayışın olmadığı bir dünyada, yalnızca bugün olduğu gibi çatışmalar / karşıtlıklar olabilir. Gerçek diktatörlükler (siyasal kültürler arasında, siyasal yapılar, kurumlar, modeller arasında farklılıklar olabileceğini kabul etmeyen demokratik diktatörlüklerdir.

Büyük bir anlam yürüyüşü için her şeyden önce kendi sözcüklerimizle konuşmaya, modern / seküler /demokratik çerçevenin, ufkun, dünyanın ötesini düşünmeye cesaret edebilmeliyiz.

Avro-Amerikan Haçlı Seferleri günümüzde "demokrasi" ve "insan hakları" gibi kavramların himayesi altında ilerleyişini ve fetihlerini sürdürüyor.

Amerika kıtasının Avrupalı’lar tarafından fethedilmesi demek, küresel para / zenginlik kaynaklarına sahip olmak demekti.  Bu dönemde Avrupa’lılar Asya'lı rahiplerinin önüne geçtiler.  Yirminci yüzyıla kadar Avrupa dünyayı şekillendirdi, yirminci yüzyılda bu defa Amerika tarihe yön vermeye başladı.  Sanayileşme ve modernleşme süreçleriyle birlikte dünya gelişmiş ve gelişmemiş dünyalar olarak ikiye bölündü. Bu konu etrafındaki tartışmalar son iki yüzyıl boyunca sonuçlandırılabilmiş değil. Modernleşmenin toplumlarımız üzerinde kültürel egemenliği sürüyor. Küresel süreçler içerisinde eriyip gitmemek için sosyokültürel bir jeolojiye ihtiyacımız var. Ortak bir varoluş, ortak bir bilinci zorunlu kılar. Ortak bir bilinç aynılık olarak değerlendirilemez. 1980’li yıllarla birlikte küresel ağlar aracılığıyla bütün dünyaya yayılan neoliberal düşünce-davranış-kültür, toplumlarımızı toplumsal yabancılaşmaya, kültürel yozlaşma ve bayagı1aşmaya şevketti. Piyasaların, özel kapitalistlerin eline geçmesi, liberal kapitalizmin nihai bir model olarak dayatılması farklı alternatifleri etkisiz hale getirdi.

Küreselleşme, İslam toplumlarına / dünya görüşüne / hayat tarzına yönelik en yeni meydan okumanın adıdır. Küreselleşme toplumlarımızı yeni bir kültürle işgal ediyor. Bu kültür çürütücü laik değerleri bir hayat tarzına dönüştürüyor. Küresel kültürün etki alanına girmek laik hayat tarzının, dünya görüşünün etki alanına girmek anlamı taşıyor. Seküler haz-tatmin kültürü, özgün/manevi kültürlere yönelik çok ağır bir saldırı halinde tezahür ediyor. Bireycilik, tüketicilik, laik ahlak İslami kesimleri de içerisine alacak şekilde bütün kesimleri olumsuz yönde dönüştürüyor. Küresel kapitalizm ve seküler kültürle ilgili sorunlarımız var. Küreselleşmiş postmodern toplumlarda eski kalıplar ve yaklaşımları sürdürmekte ısrar edemeyiz. Geçmişe ait bilgi birikimini öğrenmek, ezberlemek, tekrar etmek görüldüğü üzere gündelik hayatımız üzerinde dönüştürücü bir etki uyandırmıyor. Sahip olduğumuz pek çok bilgiyi kullanamıyoruz. Sözünü ettiğimiz bilgiler / birikim biz Müslümanların farklı bir hayat tarzı, farklı bir kültür / medeniyet oluşturmamız için yeterli olmuyor, dünyanın / hayatın / tarihin farklı bir biçimde yorumlanmasına katkıda bulunamıyor. Hep modem-seküler dünya konuştuğu için bizler İslami anlamda konuşamıyoruz, İslam’ı her düzlemde konuşabilmeliyiz, Müslümanlar olarak çözüm üretmek yerine ayrıntılara, yüzeylere takılıp sorun üretiyoruz. Hayatımız ilahi anlamlardan, ahlaki anlamlardan hızla boşalıyor. Gündelik heyetin içerisinde gerçekleştirdiğimiz ilişkiler, konumlar, beklentiler seküler zamanların izlerini taşıyor, kutsal zamanların değil. Kutsal alanlar / ilgiler / yoğunluklar ve bilinç maalesef marjinalleşiyor. Meşruiyet referanslarımız değişiyor, İslam, hayatlarımıza bütünüyle müdahale edemiyor, ancak kısmi müdahalelerde bulunabiliyor. Kitleler, bir bilince dayalı olmayan, yanlış bilince dayalı olan Nurcu-neonurcu akımlar örneğinde görülebileceği üzere her şeyi kendine yontan kurgularla yönlendiriliyor. Bu akıma mensup yazarlar aynen neoliberal ve seküler yazarlar gibi, İslamcı düşünceyi, dava'yı, çabayı ve mücadeleyi tahfif edebiliyor, istihza konusu yapabiliyor, karikatürize edebiliyor.

Müslümanlar olarak bir direniş alanı, bağımsız bir alan oluşturamadığımız için yukarıda verdiğimiz örnekte görülebileceği gibi, İslamcılık konusunda Siyonistlerle aynı görüşü paylaşan yorumlar ortaya çıkabiliyor, İslami aktivizm söz konusu olduğunda sözünü ettiğimiz akımlar Neoconlar ve neoliberallerle aynı tepkiyi gösteriyor, aynı rahatsızlığı sergiliyor. Toplumun ve siyasetin dışına itilmiş bulunan aziz İslam’ın İslamcı bir mücadeleyle toplumların siyasal merkezlerine dönüşü ile ilgili aktivizm, bilinç düşmanı, gelenekçi / görenekçi / sağcı / muhafazakâr unsurları olduğu kadar, seküler çevreleri de dehşete düşürüyor,

Dışarıdan ve yukarıdan dayatılan çözüm önerileriyle bir gelecek kuramayacağımızı hatırlamalı, İslam’ın neler yapabileceğine ilişkin somut bir çerçeve üzerinde konuşabilmeliyiz.