MAĞARALARA KAPANMAK
16/07/2013 - 12:54

İslam’ın, milliyetçilikler, mezhepçilikler, hizipçi­likler, cemaat ya da cemaatler aracılığıyla nötralize edildi­ği; kısmi/parçalı/pasif Müslümanlıklar döneminde yaşıyoruz. İslam’ın nötralize edilmesi, Müslümanların nötralize edilmesi, Müslümanların yerleşik statüko ile, siyasal otorite ve devletle bütünleşmesiyle başlıyor. Devlet çıkarı için, etnik çıkar için, mezhep çıkarı için, cemaat çıkarı için herkes keyfi bir biçimde İslam’a müdahale edebiliyor. Yerleşik İslam yaklaşımı statükoya, kurulu düzenlere, emperyalizme, faşizme, küfre karşı muhalefette bulunamıyor, eleştiremiyor, isyan edemiyor. Bütün Müslümanları kapsayan meşru bir otoriteye sahip olamadığımız için, her İslami hizip/cemaat/yorum İslami kendi tekeline almaya çalışıyor. Her cemaat kendi yorumuna, liderinin yo­rumuna kapanıyor, yani bir mağaraya kapanıyor. Bir mağara ne kadar ışık verirse o kadar ışık alıyor. Çıkara dayalı pratikler/ ilkesel düşüncelerin, uygulamaların yerine geçiyor. 
 
İslam toplumlarında, İslami hareketler/partiler bugün daha çok, İslami içeriği olmayan pragmatik bir dil ile, rasyonel stratejik bir çerçeve üzerinde çalışıyor. Konjonktürel gerekçelerle toplumlarımızda devlet, otoriter/baskıcı ni­teliğinden, İslami unsurlar da ilkesel ölçütlerden taviz vererek, uzlaşmalar gerçekleştiriyor. Böylece ılımlı eğilimler, pasif eğilimler meşruiyet kazanırken, radikal eğilimler mahkûm ediliyor. 
 
Günümüz dünyasında lime lime edilmiş bir İslam al­gısı yürürlüktedir. 
 
Bütün İslami akımlar/eğilimler statükonun içerisin­de kalarak çözümlemeler yapıyor, kendilerini konumlandırmaya çalışıyor. Bu akımlar, İslami yaklaşımların daha esnek, daha liberal bir biçim almasını, radikal/İslamcı çözümlemelerin yerine, reformcu çözümlemelerin geçmesini istiyor. Bu nedenledir ki; her toplumda İslami akımlar niteliksel olarak gün geçtikçe küçülüyor, görünür olmaktan çıkıyor. 
 
İslam toplumlarında kendilerini İslam’a nispet eden yerleşik geleneklerin/anlayışların, devrimci/direnişçi/muhalif İslami dile/söyleme/eyleme çok yabancı olduklarını biliyoruz. Sözünü ettiğimiz geleneklerin İslami renkleri vardır, ancak İslamcı has­sasiyetleri ve bilinçleri yoktur. Bu gelenekler kişisel ibadetler­le ve kimi ahlaki sorunlarla ilgilenirler, siyasal, toplumsal so­runlarla ilgilenmezler. 
 
Farklılıklar medeniyetinin, farklılıkların birliğini temsil eden çok sesli bir medeniyetin, Müslüman çocukları; modern zamanlarda farklıya ve farklılıklara tahammülü olmayan tek tip topluma, tek dile, tek etnik kimliğe, tek kültüre hapsedilmiştir. Farklılıkları sorun haline getirmeyen bir kültürden, irfandan ve bilgelikten uzaklaştırılan toplumlarımız, bugün mezhep mutlakıyetçilikleri adına utanç verici barbarlıklar sergiliyor. 
 
İslam toplumlarında ümmet düşüncesi/hassasiyeti/dayanışması, söylem ya da sokak düzeyindedir. Ümmet bilincinin ve da­yanışmasının önündeki en büyük engel ulusal çıkar politikalarıdır. Gündemimizi İslami temeller/öncelikler değil, ulusal çıkarlar be­lirlemektedir. İlkeli Müslümanlığın yerini, pragmatik politikacı­lık almıştır. Pasif bir İslam algısı, liberal seküler demokrasi­lerin hizmetine girmiştir. 
 
Günümüz toplumlarında radikal/İslamcı vizyon ve biri­kim, politik dönüşümü sağlayabilecek bir noktaya gelemediği için, politik bir sorun olmaktan çok, bir güvenlik sorunu olarak değerlendiriliyor. Küresel/emperyal proje, radikal/İslamcı vizyonu ya marjinalleştirmek, ya da sisteme dahil ederek etkisiz hale getir­mek istiyor. Sisteme dâhil olmak, sistemin değerleriyle/yasala­rıyla bütünleşmek anlamına geldiği gibi; sistemin denetimini de kabul etmek anlamı taşıyor. Sisteme dâhil olduğumuzda bütün İslami ilkeler/değerler kişiselleşiyor, soyut bir mahiyet kazanıyor. İslami ilkeler soyut bir mahiyet kazanırken, bizler somut seküler gerçekliğe boyun eğmiş oluyoruz. Kısmi/küçük/yüzeysel “özgürlüklere” ikna edilmiş bulunuyoruz. Tarihi etkileme yeteneğinden, gücünden yoksun olan konformist bir kültür sürekli olarak geri çekilerek varlığını sürdürüyor. İslam toplumlarında yapısal bir değişim/dönüşüme ilişkin herhangi bir programa sahip olmayan, kurulu düzenlerle uzlaşan hükümetlerin/iktidarların, İslami kim­lik iddiaları ve meşruiyetleri yoktur. 
 
Ulus devleti, serbest piyasa kapitalizmini, seküler demokrasileri, seküler demokrasilerin propaganda aracı haline getirilen “insan hakları” söylemini meşrulaştıran, nihai bir referans olarak alan, politik hareketlerin, partilerin İslami vizyonla, özellikle de, İslamcı vizyonla herhangi bir şekilde bir münasebeti olamaz. “İnsan Hakları” söyleminin bütünüyle ideolo­jik bir söylem olduğunu hatırlamak gerekir. Bütün ideolojiler yalnızca klişeler/kalıplar/sloganlar üreterek, toplumları bütünüyle düşüncesizleştirirler.
 
İdeolojiler çıkar maskeleri olarak kullanılırlar. 
 
Sağcı/muhafazakâr/gelenekçi/görenekçi/mezhepçi bir kültürle ümmeti etkileyebilecek, dönüştürebilecek güçlü bir dil ve düşünce oluşturulamaz, siyasal bir hareket oluşturulamaz. Sünni düşüncenin ve çerçevenin, Şii düşüncenin ve çerçevenin, Selefi düşünce ve çerçevenin sınırlarını aşamayan, aşmak istemeyen cemaatler/akımlar ümmetten, ümmetin geleceğinden söz ede­mezler. İslam’ın tarihe çıktığı ve tarihi dönüştürdüğü dönemde olduğu gibi, dışa açılma, dünyaya ve insanlığa açılma, dünyayı dönüştürme inancı/heyecanı/bilinci/iddiası bugün maalesef marjinal/sorunlu iddialar haline gelmiştir. Dünyaya açılmak isteyen İslamcı vizyon bu özelliği sebebiyle, takdir toplaması gerekir­ken, kendi toprağına yabancılaştığı mülahazasıyla eleştirilebilmekte, toprak mitolojileri bir türlü aşılamamaktadır. 
 
Mitolojik/masalsı bir dindarlık biçimiyle hiçbir gelecek oluşturulamaz. 
 
Yeni bir tarih başlatabilmek için, yeni bir bilincin ortaya çıkışını sağlamak gerekir.