Tartışmanın galibi yoktur!
Ebu Ümame el-Bahilî (r.a) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bir kavim hidayete erdikten sonra, tartışmaya girmeden dalalete düşmez.”
04/02/2014 - 09:19

Toplumun hercümerc içinde oluşu, tartışmaların had safhaya ulaşması, gidişata ‘dur’ diyecek herhangi bir mercinin bulunmayışı, sağduyu sahibi her insanımızı üzmektedir. Siyasilerin, cemaatların, vakıfların, derneklerin, camia ve cemiyetlerin üzerinde ağırlığı olan, yıpranmamış, dünyevileşmemiş, itibar kaybına uğramamış hemen herkes üzerinde nüfuz sahibi, ikazları kaale alınan bir zümrenin olmayışı, herkesi başına buyruk hale getiriyor. Ümmetin Hilafet müessesesinden mahrum oluşu da kanayan yarayı kangrene çevirdi. Ulemaya, sülehaya, arif gönül dostlarına olan ihtiyaç her geçen gün artıyor. Tuzun koktuğu noktadayız. Bu vurdumduymazlık hali, hayra âlamet değil. Kendisini Nuh’un gemisinde görenler, tuğyanı da tufanı da unutmasınlar. Hz. Nuh, gemiyi yapacak adam bile bulamamıştı belki. Peygamberimiz de öyle buyuruyor: ‘İnsanlar ancak bir araya gelmiş yüz deve gibidirler. Onlardan işine yarayacak bir tane bile bulamayabilirsin.’

Öyle bir uyuşma, donmuşluk hali var ki, âyet de okusan, hadis de nakletsen, Allah dostlarının ikazlarını da iletsen kimse üzerine alınıp Nefs Muhasebesi yapmıyor. Asıl tehlike burada! Herkes kendisini haklı, yolunu en üstün, hocasını en büyük, hizmet usulünü de kusursuz görüyor. Bu yapıya hiçbir şey anlatamazsınız. Hayatta en zor şey, anlamak istemeyene bir şey anlatmaya çalışmaktır. Bir Batılı’nın dediği gibi ‘düşüncenin üstesinden gelemeyen, düşünenin üstesinden gelmeye başlar.’ O zaman düşünceye, fikre değil de, fikir sahiplerine saldırmaya başlanır. Bu hal, gelişen olayları, ihtiyaçları ve çareleri kavramaya engel olur. Hata olan, dava içindeki çalışmaların adeta ne kadar beğenilecekse o kadar yapılır hale gelmesidir. Evet, birbirimizin güzelliklerini övmemiz, (tebrik, takdir, teşvik) yapmamız gereken bir iştir. Ama övmek kadar yermek, iltifat kadar tenkit, muvafakat kadar muhalefet de hak bilinmelidir. Yeter ki iki halde de denge korunsun. Nefisler pay almasın! Övüldükçe temponun artmasına mukabil, hatalar konuşulup, düzeltilmesi istenince kenara çekilme görüntüsü (kırılma, gücenme,vs.) verilmesin.

Sadece alabilen, ama veremeyen, sevilmekten hoşlanan, ama sevemeyen, başkalarını yoran, ama başkaları için yorulmaya razı olamayan bir insanın Müslümanlık iddiasında samimiyeti tartışmalı hale gelir. Özellikle hizmet adına ismi kitlelere mal olmuş kimselerin gösterebilecekleri gevşeklikler, hizmete getirecekleri hantallık bir yandan kendileri için zayiat olmakta, bir yandan da bırakacakları eğri büğrü çizgi yüzünden onu taklit edebileceklere kötü örnek olmanın doğuracağı zayiata sebep olur.

Aşırı tenkit, herkesi hatalı bulma, Dini ve siyasi konularda, en yetkili ağız edasıyla konuşup hüküm verme, dedikodulara itibar etme, en basit konulardan bile tartışma konusu üretme, ürettiği ihtilafları mütemadiyen tartışma, özel menfaatlerini ilk ve temel şart olarak görme,

çevresinde sempati kaybı, ibadetlerde ihmal, kardeşlik hukukuna riayetsizlik gibi haller ‘hizmet erleri’nde bulunmaması gereken zafiyetlerdir.

Dünya, aldanılmaması gereken bir imtihan zemini iken, peşinden koşulan ve kaçırılmaması gereken bir meta halini almaktadır. Dünya, tam bir fitne ve tam bir imtihan yeridir.  

Biz İFK afetini Kur’an’da okuyan bir ümmetiz. Peygamberimiz aleyhisselamın evini sarsan, Mescidi Nebi’yi huzursuz eden bir olayla irkilmiş bir ümmetiz. En mübarek, en mücahid, en samimi nesil bile İFK sınavında ağır yaralar aldı. Allah, ebedi bir ders olarak kalacak şekilde o faciayı Kur’an’da önümüze koydu. Asırlardır İFK olayını Kur’an’dan okuyoruz. Okuyor, dinliyoruz. Bir dedikodunun peşinden gidilince nelere mal olduğunu, dedikoduya Peygamber ailesinin bile dayanamadığını okuduk durduk. Okuduk; ama okumamız tarih bilgisi olarak kaldı. Ders olmadı. Sahabi bile olsa insan, bir başka sahabinin kızını, Nebisinin hanımını rencide edebileceğini nasıl anlayamaz, onu anlayamadık.

Ümmetin Kur’an’daki vasfı ‘vasat ümmet’ olduğuna göre, vasat olmayan söz ve davranışlar, Ümmeti Muhammed’in genel karakterinden değildir. Abartmadan konuşmak ve yaşamak makbuldür.

Abdullah bin Mesud (r.a) rivayet ettiğine göre Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular ve sözünü üç defa tekrar ettiler: “Abartanlar helak oldular.” (Müslim, İlm, 4)

Abdullah bin Mesud (r.a) diyor ki: “Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki: Abartanlara karşı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden daha şiddetli birini görmedim. Ebu Bekir’den de daha şiddetli birini görmedim. Ömer’in de onlara karşı tepkisinin veya onlara acımasının çok olduğunu anlıyorum.”

Aşırılığın beraberinde ömür israfı, enerji birikiminin heder edilmesi, bunalımlı bir hayat, umutsuzluk ve kul hakkı getirdiği bir gerçektir. Bölünmeyi ve etkisizliği artırdığı ise gözle görülen bir hakikattır. Bir Müslüman’ın Allah’ın dinine yeni bir insan kazandırması ne kadar mutlu edici ise, aynı insanın bir insanın nefretine vesile olması da o derece üzücüdür.

Kine götüren sebepler de kinden arınma yolları da önemlidir. Zaman aşımına terk edilebilmiş bir kin bulmak zordur. Her geçen gün kalpteki kin için biraz daha derinleşme, intikam hırsını çoğaltmaktadır. Mü’minlerin aralarında kin üreten meselelere karşı müteyakkız olmaları imanlarının gereğidir. Nemimenin, gıybetin büyük günahlardan sayılması, gıybetin mal çalmak gibi kul hakkı olarak öne çıkarılması oldukça düşündürücüdür. Allah için yaşayıp, imanlarıyla ve amelleriyle bilinen Müslümanların, kâfirler nezdinde tehlikeli görülmüş mü’minlerin, onca İslam düşmanına karşı -adeta başka kimse kalmamış gibi- düşman bilinmesi, onlara kin kusulması nereden kaynaklanıyor? Kâfire reva görülmeyen tarzın onlara uygun görülmesi Allah için olabilir mi? Kâfirlere bile açık bir kapı bıraktıkları halde onları, dinleri için en tehlikeliler olarak görenler, hesabını Allah’a verecek vebali taşıyanlardır. Sadi Şirazi, Müslümanlara habire dil uzatan, derviş geçinen adama: ‘Sen hiç kâfirle cihad ettin mi?’ diye sorar. Adam cevap verir: Hayır, halvet-i hanemde zikirle meşgulüm.’ Sadi dayanamaz: ‘Yahu! Kâfirler senin kılıcından emin oluyor da, Müslümanlar dilinden kurtulamıyor.’

Ölçü ve dengeyi kaybedenler; hedefe ulaşmakta her yolu mübah görenler, kâfirlere kullanılan tarzı kullananlar, kinin neyi ne hale getirebileceğinin tabii bir örneğidirler. Bu kin, sonunda bu insanları, öyle bir kör anlayışa sürüklemektedir ki Allah’ın ve meleklerin lanetine müstahak bir milletin tankları altında şehit olanlar dahi neredeyse, boşu boşuna ölmüş sayılacak hale gelmektedir. Mescidi Aksa’yı müdafaa etmek dahi, bu anlayışa göre sapıklıkta olmak olarak gösterilecektir. Bu sakat düşünce ve inanış onları; Rusya’nın zulmü altındaki bazı Müslümanlara ‘onlar vahhabi veya şii’ diyerek neredeyse ölmelerine cevaz verir hale getirecek, Kâbe ve Mescidi Nebevi imamlarına uymayıp kendi cemaatıyla namaz kılacak duruma düşürecek, sonuçta ‘Ümmet Şuuru’ndan uzaklaşıp, kendi ilkelerini imanın şartı olarak görecek perişanlıktan kurtaramayacaktır. Mahşerin Provası olarak vasıflandırılan Hac’da bile birlik beraberlik, kardeşlik ruhu sağlanmazsa nerede sağlanır? Giyilen ihramlar bizi melekleştirmezse, hangi amelimiz bize ölümü, mahşeri, hesabı, kitabı hatırlatır?

İlk ve ana gaye, Allah’ın dinini yaşamak, yaymak ve desteklemek olmalıdır. Ve bu anlayış dine bir bütün olarak bakan anlayışla desteklenmelidir. İslam, sadece namaz, sadece zikir, sadece cihad, sadece nafile oruç, sadece sakal, sadece kılık kıyafet, sadece zekât, değildir. Sadece Kur’an okumak, Arapça bilmek de değildir. İslam bunların tamamı ve daha fazlasıdır. İslam, hayatı kuşatan bir din olup hayat nizamıdır. Müslümanın davası da İslamı hayata hâkim kılmaktır. İbadetten sadece namaz, oruç ve Kur’an tilavetini anlayan bir insanın, İslam idraki kıttır, sakattır. Emanete riayet, sılayı rahim, emri bilmaruf ve nehyi anilmünker, cihad, yetime ilgi gibi hayatın içinden, ama Allah için yapıldığında İslam’ın özü olan amelleri ibadet olarak görememek İslam’ı yanlış anlamaktır. Mü’min, kapsamlı ve dengeli bir hayat yaşamak zorundadır.Müslüman’ın hizmet adı altında yaptığı işler ibadettir. İbadet, Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ve sevabı Allah’tan beklenen işler olduğuna göre, çeşidi ne olursa olsun, camide veya cami dışında İslam’a hizmet maksadıyla yapılan işlerin namazdan, oruçtan ayrı tutulması doğru değildir.

İmam-ı Gazali Hazretleri, İhya’sında, ‘Dil Afetleri’nden biri olarak tartışmayı saymaktadır. Allah için ve davayı yükseltmek için şeklinde kılıflandırılmış olsa bile, mü’minin mü’minle tartışmasının afete dönüşmemesi çok hassas çizgilerin aşılmamasına bağlıdır.

Ebu Ümame el-Bahilî (r.a) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bir kavim hidayete erdikten sonra, tartışmaya girmeden dalalete düşmez.” (Tirmizi) Yorum götürebilecek söz ve tavırları, ayete ve hadise karşı net bir tavır haline getirmek, sonra da ‘işte böyle’ mantığını devreye sokmak, kinden üretilmiş tavırlardır. Hakka göre değil de adamına göre tavır sergilemek bir kin ürünüdür. Mü’minlerin ve cemaatlerin birbirleri hakkındaki söylentilere, söylenildiği ve duyulduğu şekilde kulak vermeleri şeytanın  arayıp da bulamadığı bir zemindir. Cemaat kendisini, İslamî çalışmanın nihai noktası görmemeli, vasıta ile gaye karıştırılmamalıdır. Aynı ortamı paylaştıklarımızın etkisinde kalmaya karşı bir teminatımız yoktur. Çevre seçmek, salihlerle beraber olmak için gayret sarf etmek zorundayız. Aksi durumda, faizle mücadele için başladığımız bir süreçte, faiz müptelası olabiliriz. Küfre ve zalimlere destek anlamına gelecek tavırlar içinde bulunma, onların bankasına, şirketine, basınına zımni destek verme, hatalarından âcilen dönülmelidir. İnsanın ‘çevrenin mahsulü’ olduğunu unutmayacağız. Eteği tutuşmuş itfaiyeci yangın söndüremez. Pisliğe bulaşmış adamı kim dinler? Tartışırken nefsimizi değil, davamızı haklı çıkarmaya çalışmalıyız. Düşünce farklılıkları naslarla sınırlı kaldığı sürece mahzurlu değildir. Allah, tek sesli olmamızı murat etmediğini Kur’an-ı Kerim’de haber vermiştir. O’nun dilemesi sonucu çok sesli düşünüp, ihtilaf eden bir ümmet olduk. Tek kalıp düşünceye sahip olmak fıtrata aykırıdır. İhtilaf, edep dahilinde olduğu sürece, insan hayatının tekâmülü için gereken maya, nitelikli değerlerden biri olarak bilinmelidir. İslam dâhilindeki mezhepleri, mezheplerin içindeki rengarenk farklılıkları bu ölçülerle ele aldığımızda, varlığıyla övünebileceğimiz bir ihtilaftan söz edebiliriz. Sakıncalı olan iki şeydir:

Birincisi: İhtilafın Allah’ın ayetlerine ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerine karşı üretilmesidir. Müslüman, Allah’ın Kitab’ına, peygamberinin sünnetine rağmen düşünce üretemez. Üretirse batıla kaymış olur.

İkincisi: İhtilafın insanlığımıza zarar verecek seviyeye ulaşmasıdır. Selefimizin bu alandaki örnekleri oldukça muhteşemdir. Sadece İmam Azam Hazretlerinin talebeleriyle olan münasebetlerinden yola çıkılsa bile doyurucu misaller buluruz. Farklı görüş beyan etmek tahammülsüzlüğe yol açmamalıdır. Tartışacaksan ikaz edersin. Hakaret etmeden, kalp kırmadan, incitmeden, suizanda bulunmadan…

Her tartışan iki Müslüman, küsüp bir kenara çekilecek olsa, İslam kardeşliği diye bir şey kalır mı? Müslümanların iki büyüğü Ebu Bekir ve Ömer bile tartıştılar! Şahısların sözlerinin, ayet ve hadis gibi alınıp tartışma konusu yapılması fahiş bir hatadır. Müslümanlar arasındaki tartışmalar, birbirlerinin ayıplarının teşhirine asla dönüşmemelidir. Buna göre, iki mü’minin tartışması, tartışılan konudan daha ağır zararlara zemin hazırlayacaksa o tartışmayı yapmak fitnedir. Tartışmalardan kimlerin faydalanıp kimlerin sevindiğinin mutlaka hesabı yapılmalı, el ovuşturanların, Müslümanların birbirine düşmesini zevkle seyredenlerin hevesleri kursağında bırakılmalı. Çekilen fotoğrafta kimlerin bulunduğu, daha önce din düşmanlığı yapanların şimdi bazılarına methiyeler düzmesine dikkat edilmeli. Dostluk ve düşmanlık ölçülerini Kur’an ve Sünnet belirlemeli.

Fitne ateşinin sönmesi için su taşıyanlardan olalım, o ateşe benzin dökenlerden değil!