Bugünün dünyasında Müslümanlar olarak, halen üzerinde durduğumuz yer ile durmamız gereken yer arasında büyük uçurumlar var. Kişisel inançlarımız var, ancak, bu inançları toplumsallaştırabilecek, siyasallaştırabilecek ve tarihin içerisinde gerçek kılabilecek yeteneklerimiz, aşkımız ve irademiz yok. Sahip olduğumuz bilgi, kültür, birikim, bilinç, karşı karşıya bulunduğumuz büyük/ağır/birikmiş yapısal sorunları çözümleyebilmemiz, aşabilmemiz, için yeterli değil. Halen sahip olduğumuz kültürel müktesebatımız ile gerçekleştirmek istediğimiz değişim ve dönüşüm arasında çok büyük bir dengesizlik var. Neyapacağımızı bilmekle, yapacaklarımızı hangi kadrolarla gerçekleştirebileceğimizi bilmek birbirinden çok farklı şeylerdir,
Bugünün dünyasında Müslümanlar olarak, her şeyden önce yetersizliklerimizin farkına vararak, içerisinde bulunduğumuz yabancılaşmalarla, köylülüklerle, ilkelliklerle içtenlikle yüzleşmemiz gerekir. Sözünü ettiğimiz yabancılaşmalarla, köylülüklerle, ilkelliklerle hiç bir inşa eylemi gerçekleştirilemez. İslami bir inşa eylemi, hizip çıkarlarından/bencilliklerinden, cemaat/mezhep çıkarlarından/bencilliklerinden bağımsız bir ümmet dili/yaklaşımı/dayanışmasıyla mümkün olabilir.
İslam dünyası toplumlarında, içerisinde bulunduğumuz dönemde Türkiye’de de, küresel iktidarın baskıları sebebiyle hiç kimse, bugünden yarına neler olabileceğini öngöremiyor, belirsizlikler ve güvensizlikler sebebiyle yapılabilecek tercihler politik bir kumara dönüşüyor. Kendilerini İslam’a nispet eden cemaatler aracılığıyla istikrarsızlaştırılan toplumlarımızda, kan dondurucu gelişmeler yaşanıyor. Kaotikgelişmelerin/olayların mantığı olmadığına biliyoruz.
Her hangi bir toplumda anormallikler, normalleşmişse o toplum her türlü ahlaki ilke ve duruşu terk etmiş demektir. Bir propaganda, halkla ilişkiler ve çıkar aracı olarak kullanılan, “hoşgörü” klişesi bugün merhametsizlik ölçüsünde bir hoşgörüsüzlüğe dönüşmüştür.
Hiç bir toplum, hiç bir kültür, bulanık, kirli, gri puslu bir ortamda tam olarak ne yapması gerektiğini kestiremez. Her belirsizlik bireyleri de, toplumları da bilinçli/kararlı bir şekilde hareket etmekten alıkoyar. Çıkar ve propaganda savaşları insani değerlerlerin/bağların bütünüyle çürümüş/kokuşmuş olduğunu gösteriyor. Mahremiyetimize yönelik saldırılar sınır tanımıyor. Kendimizi güvende hissedeceğimiz, kendimize ait bir mekânımız bile yok. Özel hayatlarımız tahayyül ve tasavvur bile edemeyeceğiniz unsurların saldırılarına maruz kalıyor.
Bilinç/bilgi/dikkat yetersizliği kitlelerin dini söylem aracılığıyla, sorgulama ve müzakereye izin vermeyen, uysal itaatkârlıklar üzerinde yapılandırılan cemaatler aracılığıyla kolaylıkla kandırılabileceğini, kolaylıkla sömürgeleştirilebilenini, akılsız/izansız liderler aracılığıyla nesneleştirilebileceğini, gerçekdışı tercihlere yönlendirilebileceğini açıkça gösteriyor. Ahlaki ve vicdani sorumluluk duyguları yerlerde sürünüyor. İdeolojik/politik mülahazalarla, çıkar mülahazalarıyla bir korku iklimi oluşturuluyor. Toplumsalbütünlükler parçalanıyor. Kitle iletişim araçlarının/medyanın kışkırtıcı sansasyonel söylemi toplumsal havayı bütünüyle zehirliyor.
Teslimiyetçi- işbirlikçi hareketler/cemaatler etkili ilkelere de, etkili fikirlere de sahip olamazlar. Zihinsel ve entelektüel bağımsızlık, İslami varoluşumuzun en onurlu yanıdır. Teslimiyetçiler-işbirlikçiler, konformistler bu onurdan yoksundurlar. Kendi bencil/benmerkezci/fanatik gündemlerine kapananlar için, entelektüel/düşünsel gelişmelerden, birikimden söz edilmez. Teslimiyetçiler, statükocular, işbirlikçiler, bugün olduğu gibi, geçmişte de hiçbir alanda özgün bir şey, içerik, bilgi, üretememişlerdir. Kendilerini konjoktürel koşullar ve statüko doğrultusunda konumlandıranlar hiçbir şekilde, hiçbir alanda bağımsız fikir sahibi olamazlar, fikirleri harekete geçiremezler, seçkin zihinler ve seçkin kadrolar yetiştiremezler. Teslimiyetçiler-işbirlikçiler neonurculuk örneğinde açıkça görülebileceği üzere, kendi çıkarları için toplumlarının istikrarını pervasızca emperyalistlere peşkeş çekebilirler.
İslam’ınevrensel vizyonu, bütün farklılıkların üzerindedir. İnsanların, kendilerini kimi sorunlu ayırımlar ve ayrımcılıklarla tanımladığı bir dünyada, İslam’ın evrenselci ahlaki ilkeleri gerçekleştirilemez. İslam’ın evrenselci ahlaki ilkeleri, etnik taraftarlığı, mezhepçi taraftarlığı, hizip/cemaat taraftarlığını reddederek, bir bütün olarak insanlık fıtratına bilincine, vicdanına hitap eden, evrensel sorumluluk temelinde şekillenen, etkinliklerle/ilişkilerle/eylemlerle vücut bulur. İslami bünye paramparça olduğu için, her parça kimi patolojik sorunlarla malul bulunduğu için, İslam dünyasında düşünce hayatı/entelektüel hayat/dini hayat modern zamanlar boyunca gerçekleşen büyük ölçekli süreçler hakkında etkili ve eleştirel yorumlar yapamamıştır. İslami düşünce hayatı analitik değeri ve ağırlığı olmayan yorumlar yerine, sansasyonel ayrıntılarla ilgilenmiştir
Müslümanlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, İslam’a nisbet ederek bağnazlıkla/bencilikle sürdürdükleri geleneksel yaklaşımlar/yöntemler/bağlılıklarla ilgili, hem geçmişe doğru, hem de bugüne ilişkin çok ciddi sistematik eleştiriler yapmadıkları takdirde, tarihsel körlükler, sağırlıklar ve dilsizlikler devam edecek, onlar için kapitalizm/ liberalizm ve sekülerizmin tahakkümü altında yasayan folklorik İslam'dan başka İslami bir gelecek olmayacaktır. İslami düşünce/kültür/medya dünyası ve akademik dünya, eleştirel gözlem, analiz yeteneğine sahip olsaydı, resmi yorumların sınırlarını aşan çalışmalar yapabilseydi, "Arap Baharı" gibi, "Arap Devrimleri" gibi yanıltıcı ve hiç bir gerçekliği yansıtmayan kavramları kullanmayacak, Suriye'de Baas zulmüne karsı savaşan, tarihte benzeri görülmemiş zalimleri/katilleri "Suriye Devrimcileri" diye selamlamayacak, bölgede son yıllarda yaşanan bütün hareketliliklerin/gelişmelerin yalnızca İsrail’in beklentileri ve çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğini görebilecekti.
Eleştirel gözlem ve analizler her şeyi doğru görmememizi sağlayamayabilir, ancak, hiç değilse daha dikkatli ve ölçülü bir dil kullanmamız konusunda bizlere yardımcı olabilir.
|