Dinimizi parçalayıp dünyamıza yamadık!
İslam, bir yama gibi kullanılamaz, İslam’a yama da vurulamaz. İslam, bütünüyle İslam’dır. Herkesin bir tarafından tuttuğu yamalı bohça hiç değildir. Akaidiyle, ahlakıyla, ibadetiyle, muamelatıyla, mükâfatı ve mücazatıyla topyekûn (bütüncül) bir dindir.
06/05/2014 - 10:17

Allah’a davet görevini icra eden ulema, mütefekkir ve yazarların kısa bir zaman öncesine kadar devletin düşünceyi beyan etmesine sınırlamalar getiren yasalarına dikkat ederek konuşma ve yazma mecburiyetindeydi. Şimdi gelinen noktada ise artık devlet, bu tür sınırlamalar yapmayıp, rahat bir fikir ve düşünce hürriyeti ortamı sağlamaya çalışıyor. Yirmi yıl önce devlet televizyonunda Cuma akşamları din saatinde konuşan diyanet görevlileri, âyetlerden hadislerden kimsenin rahatını kaçırmayan konuları seçerek konuşuyorlar, Peygamber Efendimizi, insan hakları yönüyle öne çıkarıyorlardı. Çünkü devletin; Şeriat’ı olan bir Peygamber’in tanıtılmasına tahammül edemeyeceği biliniyordu. Şimdilerde ise daha farklı bir durumla karşı karşıyayız.

Şeriat’ı olan bir Peygamberi hakem tayin edemiyoruz. Hayata müdahale eden bir din bizi rahatsız ediyor. ‘Vahyin Kutsalı’ yerine kendi kutsalını tercih eden bir yapı ile karşı karşıyayız bugün. Dünyevîleşme tehlikesine dikkat çekip, ‘Dine hizmet edenler’in lüks, israf, konfor içinde yaşayışları, servet üzerine servet yığmaları doğal hale geldi. Normal yiyip içmelerin, gezmelerin, tatile gitmelerin bile mükemmel sofralarda, lüks otellerde, ‘tatilya’larda, merasimlerle yapılır hale getirildi. Bununla da yetinilmedi, başkalarını da tahrik, teşvik, özenti içine sokarak,‘sade hayat’ unutuldu/unutturuldu. ‘Lale Devri Müslümanları’ gibiyiz. Ramazanın başlangıcı olan hilal görülünce, zevkü sefalarına devam edebilmek için, hilalin görülmediğine fetva arayan,  nefislerinin esiri olup kendinden geçmiş Müslümanlar en büyük problem bugün. Üstadın dediği gibi:

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek.

Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Her iki dönemin de ortak sonucu olarak önemli bir gerçeği öne çıkarmaya mecburuz. Bu endişeler ve yaşanan olaylar, ne Peygamber aleyhisselamın Şeriat’ıyla, ahlâkıyla, insanlığın umudu olarak kökleşmesine engel olabildi, ne de önemsenen tepki sahiplerinin bakışlarında olumlu bir gelişme sağlanabildi. Davetçiler, din hizmetinde bulunanlar, yazar-çizerler sadece verdikleri tavizlerle baş başa kaldılar o kadar.

Yeni bir üslup iddiasıyla ortaya çıkıp ‘yeni bir din söylemi’yle dinin hakikatlerinin tebliğine, irşadına sessiz kalarak gelinebilecek bir seviye yoktur. Gençlerin ‘Peygamber’imiz çok iyi bir insanmış’ tarzındaki beyanlarının televizyon ekranlarına taşınması sağlanmış olabilir. Sağlanmıştır da. Şeriat’tan ürkmesinler diye insanlara plastik güller dağıtılıp, hayatın bütünü yerine yılın bir haftası Peygamber Efendimize ayrılıp, bu faaliyetler büyük bir alaka görünce de teşvik edilmiştir. Peki, bundan İslam ne kazanmış, Sünnet ne kadar yayılmış, münkerat ne kadar gerilemiştir? İşte bütün mesele bu!

Başörtülülerin ve namaz kılanların çoğalması, cemaat-dernek-vakıf hizmetlerinin artış göstermesi, İslam’dan uzak toplumu ne kadar etkilemiş, haramların işlenmesine ne kadar mani olunmuş, boşanmaların artması ne ölçüde önlenip, ailenin korunup kollanması sağlanmış, basit maddi sıkıntılar yüzünden Müslümanların bankaya faize bulaşmasına ne derece engel olunmuş, buna bakılmalıdır. Yaşlıların, hastaların, muhtaçların ilahi emanetler gibi muhafaza edilmesi sağlanabilmiş midir? İslâm, hayat tarzımızdır. Dinimiz ve Peygamberimiz, bizlerin hayat rehberidir. Dolayısıyla dindarlığın ölçüsü, hayata yansıyan tecellisidir. Toplumun hali, İslami hizmetlerin aksi sedasıdır.

İnsanda dine meyletme arzusu fıtridir. Tabii seyrinde giden bir hayat yaşayan insan, bir zaman gecikmiş olsa bile sonunda dine meyleder. Dinden hem dünya huzuru hem âhiret teminatı beklentisi, insanın en yaygın beklentilerindendir. Bu sebeple de din algısı içinde bulunan bütün toplumlarda o dini, toplum üzerinde uygulayan bir kitle hep buluna gelmiştir.

Değişim, yukarıdan aşağıya mı aşağıdan yukarıya mı olmuştur? Dini temsil niteliği taşıyanlar mı değiştiler de Müslüman kitleler, onlara uydu; yoksa din hizmeti görenler değiştiği için Müslüman kitleler, onları mı taklit ettiler? Cevap hangisi olursa olsun değişen bir şey olmayacaktır. Bir değişme, erime hatta kör taklit, tartışılmayacak kadar açık bir şekilde ortadadır. Faillerinin bilinmesi veya bilinmemesi bir şeyi değiştirmeyecektir.

Müslümanların, ilim ve hizmet yolunda önünde duran şahsiyetlerin görevleri, fitne fırtınalarına karşı gemiyi korumak, deldirmemek değil mi? Belki herkes fırtınaya kapılabilirdi ama onlar en son eriyen olmalıydılar. Tuzu kokutmamalıydılar. Şahsi hatalarıyla kötü örnek olup dinden soğutmamalıydılar. Ümmetin umuduyla oynanmamalıydı. İmanın ahlakı olan ‘güven duygusu’ zedelenmemeliydi. Haklı beklenti; onların yıkılmayıp erimemeleriydi. Müslümanlara müessif olaylar yaşatılmamalıydı.

Bizi biz yapan değerler aşındı. ‘Yaşadığına inanma’ tehlikesi baş gösterdi. Zenginlik ve refahın artması, Müslümanların imtihanlarını çok çetin hale getirdi. Bu durum, bilhassa son dönemde bir sürü gaflet, dalalet, ihanet metotlarının türemesine sebep oldu. İslam’la bir bütün olarak bin yıl savaşma planları yapanların, binalara, süslemelere, mefruşata, teşrifata, tefrişata göz yumup teşvik etmelerinin üzerinde pek durulmadı. Yetişen/yetiştirilen kadroların kendi bünyeleri içinde istihdamında keramet arandı. Trafiğe çıkmayan arabanın kaza yapmaması iftihar vesilesi sayıldı. Başkalarının kazaları emsal gösterilerek, ‘pasif iyi, aktif iyi’ye tercih edilir oldu. Kur’an’ın tedrisinden rahatsız oldukları halde suya sabuna dokunmayan, emri bil maruf nehyi anil münker yapmayan, doğrunun, hakkın ve hakikatin yanında, bâtılın yanlışın karşısında olma özelliğini kaybeden, 'mü'min sorumluluğu'yla hareket etmeyen yapılardan ‘şer güçler’in memnuniyetleri dikkat çekmedi. İmanlı siyasetçilere bile uzak duran, onlara destekten imtina eden, milletin ve Ümmetin derdiyle dertlenmeyen, fildişi kulede bohem hayatı yaşayanlardan medet umuldu.  Ümmetin imkânlarının taşa, toprağa gömülmesi, 'insan yetiştirme'nin içinin boşaltılması, bir türlü kemiyetten keyfiyete geçilememesi hususuna kafa yorulmadı. Akademisyenden ziyade 'âlim yetiştirme' projesi için; fikir ve çalışmanın, plan ve programın, yakın-orta ve uzak hedefler halinde uygulamaya konulması, ihmal edilmemesi gereken hizmetler cümlesinden olduğu, unutuldu/unutturuldu. Son yaşanan olaylar, adam yetiştirmenin kadronun, kadrolaşmanın (ehliyet, liyakat, adalet, kalite ve vasıfla olursa) değer kazanacağının canlı misali oldu. Ümmetin çıkarları ile cemaatin çıkarları çatıştığında, ümmetin menfaatini (çıkarlarını) tercih eden bir yapıya olan ihtiyacın had safhada olduğu ortaya çıktı.

Bu keşmekeş, bu hercümerc hal, Müslümanlar açısından resmî bir başın yani Halife’nin (meşveret ve şura esasına dayanan bir siyasi yapının) olmayışı, herkesin baş sayıldığı, dolayısıyla sapma sayılabilecek fikirler için iyi bir üreme zemini oluşturduğu da görüldü. Resmî bir başın olmamasının sonucu herkesin baş olması olarak tecelli etti. Herkesin baş olduğu veya başların çok olduğu ortamlarda da bir tür rekabet ortamı oluştu. Din adına ortada duranlar, bir tarikatı, bir kurumu, bir vakfı veya bir cemaatı temsil edenler, önce küresel güçlerden tepki görme, sıkıştırılma gerekçesiyle, daha sonra da kitleler nezdinde beğenilme arzusuyla dine şekil verip pazarlamaya kalkıştılar. Kitlelerin önünde pazara çıkıp tezgâhındakini beğendirme hırsı, taviz üstüne tavizi, bid’at içinde bid’ati getirdi. Bu gelinen nokta, ‘yeni bir din anlayışı’ adıyla yazılıp çizilirken o zaman bu yapıya ‘dur’ diyen de olmadı. Yanlışların çetelesi tutulup, ‘arşiv fareciliği’ yapıldı. Ortaya alternatif bir ‘hizmet programı’ konulmadı/konulamadı.

Kıyamete kadar baki kalmak üzere gönderilen bir din, nasıl ‘yeni bir din anlayışı’ adıyla pazarlanabilir? Yeni din anlayışının ya da rağbet gören dindarlığın en önemli özelliği, dinin ağır gelen bölümlerinin kuş gibi hafifletilmesi midir? Bir grup, kitlelere ağır geldiği için yahut pazarlanması zor olduğu için cihadı yok sayan bir anlayışla çalıştı. Cihadın dışındaki her şeyi en zirvede ele alırken cihadı fitne olarak gördü, gösterdi. Bu cihadı yapmaya çalışanları ‘radikal, terörist, fundamantalist’ gibi kelimelerle tehlikeyi (!) haberdar etti, dikkatleri bu noktaya çekti. Kur’an’daki zikir âyetlerini Arş kadar büyük gösterirken, aynı âyetin bir öncesi veya bir sonrasındaki cihat âyetlerini görmemiş gibi davranabildi. Bir diğeri de bunun tersini yaptı. O da cihat âyetlerini ele alıp, Allah’ı zikri emreden aynı suredeki diğer âyetleri görmezden gelebildi. Herkes işine geldiği gibi yorumladı.

İslam, bir yama gibi kullanılamaz, İslam’a yama da vurulamaz. İslam, bütünüyle İslam’dır. Herkesin bir tarafından tuttuğu yamalı bohça hiç değildir. Akaidiyle, ahlakıyla, ibadetiyle, muamelatıyla, mükâfatı ve mücazatıyla topyekûn (bütüncül) bir dindir. Doğranabilecek, ya da müşteri beğenisine göre şekillenebilecek bir bölümü yoktur ama ne yazık ki ‘yeni din’ anlayışı başını almış gitmiş durumdadır. Aslını korumakla mükellef olan ön saftakiler de ortama uyup üzerlerine düşeni yapmakta yetersiz kalmışlardır. Rutin meşguliyetlerin dışına çıkamamış yahut boş işlerle meşgul edilmişlerdir. Şeytan ve ona destek olanların böyle dönemlerde boşluk doldurduğu bir gerçektir. Hocası olmayana hoca, âlimi olmayana da âlim olup, isteyene de şeyhlik yaptılar. Çeşitli kisvelerle (sarığından cübbesine, diplomasından, akademik kariyerine kadar) çalışmışlardır. Önce küçük zannedilen tavizlerle işe başladılar. Zamanın zor zaman olduğunu da ileri sürerek olanla yetinme, orijinalinin yerine taklidini vererek geçiştirme taktikleri, aslında şeytanın eski oyunlarından olmasına rağmen bu asırda yeni bir gelişme olarak sunuldu ve rağbet de edildi. Bu dönemde ortaya çıkan en önemli sonuçlardan biri de ilim için bir ‘soy aranma’ ihtiyacının kaldırılmış olmasıdır. Önceki nesiller, soy kütükleri gibi ilim kütüğü ispat ederek Ümmet’in uleması arasında yerlerini almışlardı. Şimdi ise ilmini kimden nasıl aldığını ispat etme ihtiyacı bile hissedilmemekte. Asırlarca Müslümanların en bariz düşmanlarından olan, el’an da bir iki asırlık büyük çaplı düşmanlık planlarına sahip milletlerin üniversitelerinde ‘İslam eğitimi’ görenler, orada öğrendikleriyle Ümmet’imizin gözbebeği isimleri tenkit edip onları karalamakta bir beis görmemekteler. Bundan daha ilerisi de onların bu tavırlarına sessiz kalmayı yeğleyen samimi kitlelerin varlığıdır. Zira insanların piyasaya sürülmüş ‘yeni din’ mağazasından beğenerek din almaları tabii hâle gelmiş durumdadır. Kimsenin rahatını kaçırmayan din! En az gayretle cennetin en iyi yerlerine talip olmayı kim istemez? Cihatsız, meşakkatsiz din neden iyi olmasın? Hele gençlere, lezzetli bir din sunmanın gerekçesi de onları ısındırmak ise o zaman gençliğin hoşlandığı ama aslında İslam’ın yok saydığı işler bile sevap kaynağı sayılabiliyor. Hem flört etmek, hem hidayetine vesile olmak, kendimizi kurtaramadan, memleketi kurtarmak, hem futbol zevkini tatmin etmek, hem de gençleri ısındırmak, namazsız-niyazsız cihad etmek, dini öğrenmeden dine hizmet etmek, v.s.  İbrahim ETHEM’in dediği gibi. ‘Dinimizi parçalayıp dünyamıza yamadık. Ne dini hayatımızda hayır kaldı, ne de dünya hayatımızda’

Mazeretlere sığınma yerine bir‘nefs muhasebesi’ yapıp olanların olmaması için tedbir alalım.