KAPİTALİZME VE ÖDENMEME RİSKİNE RAĞMEN GÜNÜMÜZDE İNADINA ALLAH İÇİN BORÇ VERMEK
İhyâ Edersek Bizi İhyâ Edecek Kurum; Karz-ı Hasen
01/09/2014 - 16:26

Birkaç ay önce Konya’da benim de bulunduğum bir programda Ali Küçük Hoca, o güzel üslûbuyla anlatıyordu: Bir gece, Mekke sokaklarında Ebu Süfyan Ebu Cehil’i görür. “Kanka, gecenin bu saatinde nereden geliyorsun?” diye sorar. Ebu Cehil de fısıltı ile cevap verir: “Sorma kanka, şu düşmanımız Muhammed’den geliyorum.” Ebu Süfyan şaşkınlıkla sorar: “Ne işin var onun yanında, yoksa Müslüman olmaya mı niyetin var?” Ebu Cehil cevap verir: “Ne yapayım, biriktirmiş olduğum para ve mücevherlerim vardı, Muhammed’e emanet olarak vermeye gittim. Başka kime güveneyim?” Ebu Süfyan: “Sakın kimse duymasın, ben de geçen gün aynı gerekçe ile ona gitmiştim.” Ortak sözleri şudur: “Aman başkalarının haberi olmasın, yoksa insanların yüzüne nasıl bakarız? Ama ne yapalım, evde karımıza, çocuklarımıza güvenemeyiz, toplumda başka güvenilecek bizden kimseler yok.” Düşmanları bile, O’na güveniyor, kendi insanlarına güvenmiyordu…
 
Söz bana düşünce, dedim ki: Dünkü müşrik liderlerin utancından, zilletinden daha fazla utanılacak durum, maalesef bugünün Müslümanım diyenler için sözkonusudur. Bugünün müslümancıkları da, biriktirdiği parayı, kendi inancından olan kimseye güvenip emanet olarak, karz-ı hasen olarak veremiyor. Kendi düşmanı, aynı zamanda Allah ve Rasûlü’nün düşmanı olan bankaya güveniyor. Ebu Cehiller başkası görmesin diyorlar, utanıyorlardı. Hacı Amcalar onlar kadar bile utanç duymadan, herkesin gözü önünde bunu yapıyorlar, Müslümanlara güvenmiyorlar, ama bankaya güveniyorlar. Bu velâ/dostluk karşılıklı olarak işliyor. Banka, bir vesika veriyor, mal alacağı muhatabına göstermesi için, banka kartıyla mağaza sahibine şöyle demiş oluyor: “Bu kart sahibi, benim dostumdur, parası yoksa bile bu kartla ona istediği malı verin, bu benim kankamdır, aramızda velâyet/dostluk var, onun yerine ben öderim.” Tabii, Allah rızası için bunu yapıyor değil “banka”. Boşuna demiyor faizci Müslümana “kanka”. Kazın geleceği yerden tavuğu esirgememek için yapıyor…
 
Müslümanlar, içinde yaşadıkları kapitalist sömürücü düzenlerin kulu ve mahkûmu olmadıklarını davranışlarıyla ispatlamaları, hem dinlerinin emri, hem izzet ve hürriyetlerinin gereğidir. Kaldıramayacağı yükü yüklemeyen İslâm, faizi yasakladığına göre, faizsiz yapabilecektir ve yapmalıdır Müslüman. Mecbur kalmadıkları halde faizli alışverişlere girip faiz kazancı mahvettiğinden dünyada, cezası çok ağır olacağı belirtildiği için âhirette zor durumda kalmamaları kendi ellerinde. Yeter ki, inançlarına uygun bir dünyayı oluşturmaya çalışmaktan vazgeçmiş olmasınlar. Ticaretin toplumda yapıcı, faizin ise yıkıcı bir etkisi vardır. Ahlâkî yönden ise faiz bencilliği körüklemekte, kalpleri katılaştırmakta, parayı bir put gibi görmeye teşvik etmekte ve insanlar arasında sevgi ve yardımlaşma ruhunu yok etmektedir. Bütün bu hastalıkların panzehiri, İslâmî inanç ve ahlâkın yansıması olan karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek yardımlaşmadır, karz-ı hasendir. 
 
Karz-ı hasen kurumunu işletemeyen Müslümanlar, sadece bankalara karşı çıkmakla kendilerini kurtaramazlar. Müslüman, bir bâtıla karşı çıkarken, sadece antitez olarak yapmaz bunu. Alternatifini sunar, hakkı gösterip hakka çağırır muhataplarını. “Putlara tapma!” derken Allah’a ibadet etmeyi tavsiye eder. Pis ve haram yiyeceklere karşı çıkarken temiz ve helâl yiyecekleri, sarhoşluk veren alkollü içecekleri eleştirirken helal içecekleri teşvik eder. Müslümanlar, toplum ve birey olarak kendi ekonomik modellerini yaşatmakla yükümlüdürler. Kendileri ve başkalarının fâiz batağına batmamaları için gönüllü bir yardımlaşma olan karz-ı hasen gibi sosyal ve ekonomik kurumlara işlerlik kazandırmaları gerektiğini bilmek zorundadırlar.
 
Câmiler karz-ı hasen kurumu görevini de üstlenebilir: Bir komşu ülkede günümüzde uygulanmakta olduğu gibi, mahalle sâkinleri, gelirlerinden arttırıp biriktirdikleri paralarının saklanması ve uygun yerlere karşılıksız, sadece Allah rızâsı için borç (karz-ı hasen) verme şeklinde kullanılması için emanet sandığı olarak mescidleri tercih etmektedir. Bu emanet paralar, mescide devam eden gençlerin evlenmeleri ve kuracakları yuva için gerekli masraflara harcanmak üzere fâizsiz kredi şeklinde, imamın onay vermesi şartıyla mescidlerden verilmektedir. Yine, mahalle sâkinleri ve mescidmüdâvimlerine kendi iş yerlerini açmak amacıyla, benzer şekilde karz-ı hasen fonundan yardım edilmektedir. Kapitalizm ve sömürü ile mücâdelede, müslümanlar arası yardımlaşmada mescidlerin fonksiyonları değerlendirilmektedir. Bu tür mescid faâliyeti, geniş coğrafyalara yayılabilir ve işlevi daha da genişletilebilir. “Câmi”, kendisinde toplanılan anlamına geldiği halde, günümüzde câmiler sadece namaz kılınıp dağılınılan yerler haline getirildi. Asr-ı Saâdette uygulanan yirmi yedi civarındaki fonksiyon kalktı, onun yerine yirmi yediden de fazla bid’atler devreye girdi. Ama, câmilerin bazı fonksiyonları vakıf ve derneklere taşınıp oralarda uygulanabilir. Karz-ı hasen de bunlardan biridir. Zaten bütün yeryüzü bu anlamda Allah’a kulluk sergilenecek mesciddir, mescid olmayı beklemektedir.
 
Câmilerdeki Sadaka Taşı: 19. Asra kadar kentlerin merkezlerindeki çarşı câmilerinde varlığını devam ettiren bir uygulama vardı. Câminin bir duvarına içi oyuk bir taş yerleştirilir, câmiye giren bazı insanlar, elleri yumulu şekilde o taşa yaklaşırlar, içinde açarlar, o taştan elini çıkarırken tekrar kapatırlardı. Bu el hareketiyle bazıları o taşa para koyar, bazıları da ihtiyacı kadar o taştan para alırdı. Dışarıdan onları gören kimseler, kimin para koyduğunu, kimin para aldığını kesinlikle anlayamazdı. Dolayısıyla infak eden gururlanmamış, alan da kendini küçük düşürmemiş olurdu. Ve, bu taşın içi hiç mi hiç boşalmaz; içindekiler bitmeden eklemeler olurdu. Âhirete yatırım ihmal edilip israf ve tüketime önem verildiğinden, Batılı ve bâtıl hayatla birlikte fonksiyonunu yitirdiği için çoğu câmiden kaldırılan bu taş, bazı câmilerde tarihî bir kalıntı olarak hâlâ durmaktadır. Bu taşa “sadaka taşı” denirdi. Kente iş bulmak veya bir işini halletmek için taşradan gelen insan, başkalarına maddî sıkıntısını anlatıp yardım isteme ezikliğinden kurtulur, ama sadece bir günlük ihtiyacı kadar buradan para alırdı. İstismar ederse, işinin rast gitmeyeceğini, tüyü bitmemiş yetimin, aç fakirin hakkını yemiş olacağı için cezasını çekeceğini düşünürdü. İş bulur bulmaz da en az aldığı kadar miktarda oraya para bırakmayı kendine borç bilirdi. Oradan yararlanan kimseler, bunu karşılıksız yardım olarak düşünmez, bir borç, yani karz-ı hasen olarak değerlendirirlerdi. Yani, bu uygulama ile karz-ı hasen, değişik bir usûlde başta İstanbul olmak üzere nice şehirlerdeki çarşı üzerindeki câmilerde uygulanıyordu.
 
Bugünse, kameralarla camilerin gözlendiğine dair câmi girişlerine koca koca tabelalar asılmakta… Bir gayr-i müslim turist sorsa, “camilerin girişinde kamera resminin altındaki bu yazının anlamı ne?” diye, içimizden yüzü kızarmadan anlatabilecek kimse çıkar mı? Özellikle Cuma namazı sonrasında nice insan camiden gideceği yere yalınayak gitmek zorunda kalmaktadır. İslâm fıkhına göre câiz olmadığı halde câmilerin bile kapısı kilitlenmektedir. Câmiler, Allah'ın evi kabul edilen mukaddes mekânlar olduğu halde, hem de "müslüman" olduğunu iddiâ edenler tarafından içindeki halıları, kıymetli levhaları, çinileri... çalına bilmekte. Câmi cemaatinin ayakkabıları, özellikle câmide misafir olarak bulunan Cuma ve Bayram cemaatine ait olanlar çalınmakta, insanların câmiye bir daha uğramamalarına gerekçe olmaktadır. Bu çeşit hırsızlıkların bahâne edilerek, tedbir alınacağı yerde, bazı câmilerin namaz vakti dışında gündüzleri bile kilitlenmesini hiçbir müslüman mantığıyla izah etmek mümkün değildir. Câmi dışarısındaki ayakkabı hırsızlığından daha fecisi, caminin içindeki hırsızlıktır; hatipler, vâizler eliyle kişilerin sahih imanları, tevhidî bilinçleri, fıtratları çalınıyor, kimsenin bu hırsızlıktan haberi bile yok. Câmilerdeki hırsızlıktan bahsederken, hadis-i şeriflerde (meselâ; Dârimî, Salât 78) bahsedilen bir hırsızlık çeşidinin de "namaz hırsızlığı" olduğunu belirtelim. Kalbinde bulunması gereken takvânın şeytan ve onun dostları, yardımcıları tarafından çalınmasından dolayı namazla kurtulmayı değil; namazı kılıverip namazdan, namaz yükünden/borcundan kurtulmayı düşünenlerin hırsızlığı…
 
Câmi kumbaralarının bile çalındığı günümüzde sadaka taşı konulsa camilerimize, beş dakika bile durmaz, taşını bile götürürler. Dün belirli oranda İslâm hâkimiyeti altında yaşayan toplumda “lokantacılık mekruhtur” diyordu âlimler ve gerekçesini de söylüyorlardı: “Bir insan aç kalacak, sen de onu parayla doyuracaksın, olur mu böyle şey? Açsa bir kimse, toklar onu doyurmak zorundadır.” Borç ve infak vermeyenin kınandığı o günden, kardeşine borç para veremeyen bugüne. Demek ki gerçekten çağ atlamışız;asr-ı saâdettenasr-ı felâkete…
 
İslâm'ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. “Karz-ı hasende, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur” diyen kimse, İslâm'ı da insanı ve hayatı da anlamamış demektir. Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) karz-ı hasen kurumu, modern câhiliyye zulmü altında kıvranan, sömürülen dünya müstaz’afları için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.    
 
"Din" kelimesi ile borç mânâsına gelen "deyn" kelimeleri aynı kökü paylaşan yakın anlamlı kelimelerdir. Dinin kurallarına uymak, müslümanın Allah'a borcudur. Bu borcunu ödemesi için, yaratılış amacı olan (51/Zâriyât, 56) kulluk ve ibâdeti, ölüm gelinceye kadar (15/Hıcr, 99) hayatının her alanına yayması gerekmektedir. Bu, aynı zamanda Allah'la bir ticârettir. Müslüman, akıllı ve sâdık bir tâcirdir; sözünde durur, yatırımını çok kârlı olan yere, âhirete yönelik yapar. Bu tavır, onun "din" ve "deyn" anlayışıyla ilgilidir. Sayılamayacak kadar çok olan Allah'ın nimetlerine (16/Nahl, 18) karşılık olarak, hayatı boyunca her konuda O'na itaat edip, tüm kapsamıyla ibâdet etmesi, bu nimetlerin küçük bir karşılığı, yani Allah'a olan borcunu ödemeye çalışmasıdır.
 
Kişinin îfâ etmediği namaz, oruç, hac gibi dinî borçlar da deyn/borç kapsamı içindedir. Nitekim hadis-i şerifte, tutulmayan oruç borcu için “deyn” kelimesi kullanılmıştır (Buhârî, Savm 43; Müslim, Sıyâm 154, 155)
 
Kur'an-ı Kerim'de sosyal gerilimin, müstaz'af - müstekbir ikileminin engellenme yolları belirtilmektedir. Kur'an'da cennet ehli muttakîler tanıtılırken "...Mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır." (51/Zâriyât, 19) buyurulur. Namaz kılan ve namazlarında devamlı olanların eline mal geçip zengin olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek "Bunlar, sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumların belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar" (70/Meâric, 22-25) buyurulmuştur.
 
İnfak eden veya Allah için bir kardeşine güzel bir şekilde, yani dünyevî bir karşılık beklemeden borç veren kimse, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır. Cimrilik, fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna kan dökmeye, kul haklarına tecavüz etmeye, haramlarla da olsa mala hırs göstermeye götürür. İnfak ve güzel borç verme, mü'mini mala tutkunluk zilletinden temizler, paraya kulluk bağından kurtarır. İslâm, insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin esâretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını arzu etmektedir. Bunun bir yolu da, zenginin infak ederek ya da karz-ı hasen vererek hem Allah'ın emrine boyun eğmesi, hem de dünya malının kendisine geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emânet olduğunun bilincine varmasıdır.
 
İnfak gibi karz-ı hasen de, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetler, Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Her çeşit infakı ve karz-ı haseni içeren malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu duygularla infak eden mü'min, her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin de o nimetlerle, o nimetleri Allah yolunda kullanarak ödeneceğinin şuuruna varır.
 
İçinde yaşadığımız toplumda kapitalizm, müslümanların dinlerini yaşamamasından güç almaktadır. Fâiz haramına rağmen, banka ile iş yapan müslümanlar, taksitli alışverişlerle boyundan büyük borçlananlar, kredi kartı ile harcama yapıp kat kat fâiz ödeyenler, sadece kendi haramlarını çekmekle kalmayacaklar, sömürü simgesi kapitalizmin azgınlaşıp insanları ezmesinin müsebbibi olan zulüm düzenlerinin güçlenmesi vebâline de ortak olacaklardır. İsraf konusunda etrafına kötü örnek olanlar, hem kendi hayatlarını zorlaştırmakta ve hem de toplumun gidişatındaki sorumlulukları artmaktadır. En doğru çözüm yolu, ister karz-ı hasene, isterse ticarî borçlanmaya ihtiyaç duymayacak bir hayat standardı seçmektir. “Ayağını yorganına göre uzat” özdeyişi ile özetlenebilecek bu görüş, insanımız tarafından benimsenip hayata geçirilebildiği takdirde, hem tüketim toplumu olmaktan kurtulacak, israf ve lüks batağında batmayacağız, hem de bu denli zilleti yaşamayacağız. 
 
Müslümanlar, iktisadî yönden güçlü olabilir, hatta olmaya çalışmalıdır, ama iki şartla. Birincisi, helâl yoldan zerre kadar tâviz vermeden, banka vb. kurumlarla işbirliğine girmeden, yalan ve sözünde durmama gibi ahlâk dışı davranışlara düşmeden. Tabii ki, “bu şartla, bu toplumda, kim, ne kadar zengin olabilir?” denebilir. Müslüman için zengin olmak değil; Allah’a hakkıyla kul olmak önemlidir. Her şartta zenginliği yücelten kimse, parayı putlaştıran materyalist ve kapitalist kimsedir. Müslüman bunu bilen ve paranın sadece bir araç olduğunu unutmayan insandır. Nice insan zenginlikle imtihanı kaybederek bu aracı dünyada yoldan çıkmak, âhirette de Cehenneme gitmek için kullanabiliyor. Müslümanca zengin olma ve zengin kalmanın bu kapitalist düzende çok zor olduğunu ve parayla imtihanın fakirlikle sınanmadan daha müşkil olduğunu unutmamak gerekiyor.
 
İkinci şart; madde, mânânın önüne geçmemeli, helâl da olsa para ve mal sevgisi, Allah sevgisinden üstün gelmemelidir. Komşusu açken tok yatan kimsenin, kendisi için istediğini başkası için istemeyenin gerçek mü’min olmadığı hadislerde belirtilmiştir. Akıllı tüccar, çok kâr getirecek yere yatırım yapandır. En kârlı yatırım, âhirete yapılandır. Zekât, sadaka, karz-ı hasen verme, infak ve malla cihad gibi yükümlülükler, kişinin maddeyi/parayı amaç değil; sadece hayra araç olarak kullanması gerektiğini hatırlatır.
 
Müslümanlar, fâize ve kapitalizmin vahşi sömürüsüne sadece sözle karşı çıkmakla başarılı olamazlar. Alternatif tavırlar geliştirmeli, herhangi bir müslümanı, banka kredisine, fâiz ve benzeri haramlara muhtaç etmemelidir. İslâmî cemaat ve cemiyetlerin, vakıf ve derneklerin faâliyetlerinden biri, “karz-ı hasen fonu” oluşturmak ve en azından kendi üyelerine ve imkânları zorlayarak çevrelerindeki insanlara bu fondan yararlanma imkânı sunmaktır. Böylece hem elinde parası olanların paraları muhâfaza altına alınmış; hem de ihtiyaç sahipleri, zâlim ve sömürücülerin ellerine düşmeden sıkıntılarını gidermiş olacaktır. Müslümanlar, paralarını bir araya getirerek helâl yoldan kazanıp infak ve karz-ı hasen fonları oluşturabilmek için şirketler kurabilmeli, hiç olmazsa meşru ticaret yapan çok ortaklı şirketlere katılabilmelidir.
 
Zenginliği seven, varlıkla imtihan olan kimseler, zekâta para ayırdıkları gibi, karz-ı hasen için bütçelerinden en az zekât kadar para ayırmıyor ve bu fonu işletmiyorlarsa, dâvâ adamı olamazlar. İmanın bir anlamı da güvenmek ve güvenilmektir. Mü’min kendisine güvenilen demektir. Başkalarına güven vermeyen, güvenilmez kişiye, filolojik açıdan “mü’min” demek zordur. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir. (Bkz. 33/Ahzâb, 72) İman sahibine mü'min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir. Borç da emanettir ve emanete ihanet, nifakın özelliklerindendir. Bir mü’min, karz-ı hasene ihtiyacı olan bir mü’mine güvenemiyorsa, ya karşısındaki güvenilmez biridir veya kendisi güvenilecek birine güvenemeyen kimsedir ya da her ikisi de güven problemi içindedir. Karz-ı hasen isteyen bütün mü’minlerin veya müellefe-i kulûbun güvenilmez olması mümkün olmadığına göre, bu görevi terk eden mü’minlerin diğer mü’minlere karşı güven problemi vardır ki, bu da “iman”la ilgilidir. Her mü’min olduğunu söyleyene güvenilmez, ama mutlaka güvendiğimiz insanlar mü’minlerden olacaktır ve mü’minim diyenlerin hiçbirine güvenmemek aşırı tekfircilik hastalığının yansımasıdır. Kaldı ki, karz-ı hasen, mecâzî anlamla Allah’a borç vermedir. Allah’ın karşılığını bol bol vereceğine inanmak zorundadır mü’min.
 
Borç verip zamanı gelince alamamanın getirdiği sıkıntıları, rahatsızlıkları yok etmenin güzel yolu şudur: Borç verirken ödenmeyeceğini hesaba kat, gelmezse sadaka niyetiyle ver. Hem borcunu öde(ye)meyen kardeşini kaybetmemiş ve hem de paranı zâyi etmemiş olursun; sermayeni, belirli süre sonra gideceğin yere önceden göndermiş olursun. Böylece alacağın gelmedi diye moralin de bozulmaz. Karz-ı hasen için illâ zengin olmak da gerekmez. Orta halli insanlar da bunu yapabilir. Zekâtla mükellef olmayan mü’minler de maaşlarından veya gelirlerinden, meselâ % 2,5’unu her ay kendi oluşturacağı karz-ı hasen fonuna ayırabilir, her isteyenin değilse de, en uygun ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını görerek duasını almış olur. Allah yolunda borç veya infak vermekle, cömertçe davranış sâyesinde kalpler temizlenir (bk. 92/Leyl, 17-20). Unutmayalım, hepimizin vermeye ihtiyacımız var. Vermenin zevki, sevabı, mutluluğu çok daha güzel, çok daha kalıcıdır. Daha hayırlı, daha üstün olmak için veren el olmalıyız.“Şüphesiz Allah, adaleti, ihsânı (lütuf ve keremde bulunmayı) ve yakınlara vermeyi emreder.” (16/Nahl, 90).Yakınlara vermek, ihtiyaçları olan tüm şeyleri kapsar. Önce iman ve tevhidî şuur vermek, İslâm’ı vermek, sonra dünyevî ihtiyaçlarını karşılamak. En fakirimiz bile başkalarına, hatta zengin zannedilenlere verecek bir şeylere sahip olan gönlü zengin kimseler olarak kendimizi görebiliriz. Para ve mal değildir mutlaka verilmesi gereken. Selâm verebiliriz, güler yüz, güzel söz verebiliriz, ilim verebiliriz, teselli ve moral verebiliriz. Vermeden din olmaz. Karz-ı hasen ve infak, mutluluğun merdivenidir. Alan kimse, nimetlerden geçici ve sınırlı bir şekilde yararlanırken; veren mü'minin hazzı kısa sürede sona ermez. Mü'min kalp, mal ile değil; iman ile mutmain olur. Allah yolunda borç vermekle, infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Verdiği borcu geri alamasa da, onu Allah’a verdiğini, Allah’ın da âhirette onu fazla fazla ödeyeceğini bilir. Kendisi hiçbir şey değilken Allah onu vücuda getirmiş, el-ayak, dil-dudak, göz-kulak ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızası için borç vermekten çekinmez.
 
Mü'min, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Her çeşit malı ve nimetleri, asıl kaynağı olan Allah'a nisbet eder. “De ki: ‘Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin…” (3/Âl-i İmran, 26). Demek ki, mal, mülk, para hep Allah’ındır, gerçek mâlik ve sahip O’dur. Borç veriyorsa bir mü’min, verdiği paranın kendi özel mülkü olmadığını, kendi parasından geçici veya süresiz fedakârlık yapmadığını hatırlayıpnefsinin borç verme konusunda bencilliğini kırar. Mü'minlerin tüm yaptıkları, Allah'ın verdiği rızıktan borç vermek veya infak etmektir. Bir postacıdır, bir veznedardır, bir emanetçidir mü'min. Bu anlayış, asıl verenin, asıl sahip olanın Allah olduğunu davranışlarıyla ispatlamayı gerektirir. Böylece mü'min, Allah'ın kendisine verdiği rızıkların sorumluluğunu unutmaz. Mü'min, malını (kendisine emânet ve sınav olarak verilen nimetleri, parayı) dilediği şekilde özgürce harcayamaz, bu yetkiyi kendinde göremez.
 
İşte, karz-ı hasen, paranın, mal ve mülkün gerçek sahibini hatırlatır ve kişinin emânet ve imtihan bilincini güçlendirir. Mü'min, canını yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O'nun yolunda malıyla ve canıyla cihad eder. Mülk Allah'ın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, mü'min için en makul bir olay olarak değerlendirilir.
 
Karz-ı hasen ve her türlü cömertlik, kişiyi maddeperestlikten korur; kalpteki dünya sevgisine karşı bir ilâç olur. Borç vermek ve infak etmek, insanı özgürlüğe kavuşturur; mala bağlanmak, ona boyun eğerek esir olmak ve paraya tapmak zilletinden kurtarıp hürriyete eriştirir. Allah'tan başkasına kulluğu sonuçlandıran parayı putlaştırmak gibi öldürücü zehirden Peygamberimiz şöyle sakındırır: "Altın ile gümüşe (paraya) tapanlarla kadifeye (lüks yaşayışa) tapanlar helâk olmuştur." (Buhârî, Kitabü'l-Cihad)
 
Karşılıksız ve sırf Allah için borç vermek; insanı kapitalizmin bencilliğinden, komünizmin zulmünden sakındırır, ihtiyaçlarını haram yollardan karşılamaya engel olur. Allah için verilen karşılıksız borç ve yapılan infak; kapitalizme, sömürüye, fakirin daha fakirleşeceği düzenlere son verir; komünizm ve sosyalizme giden yolu tıkar. Kapkaççılık, hırsızlık, soygun, terör gibi olaylara geçit vermez. İntihara kadar varan bunalımlar çoğunlukla ihtiyaçlarını karşılayacak çözümler bulamamayla ilgilidir. Toplumu etkileyen ahlâksızlıkların, sahtekârlık ve hırsızlıklarınönemli bir kısmı ihtiyaçlarını karşılayamama belâsı yüzündendir. Karnı aç olan bir insan, hele imanı da sağlam değilse, her suçu işleyebilir. Günümüzdeki suçların artışında ekonomik problemlerin yeri hayli önemlidir.
 
Tabii, düzen İslâmlaşmadan ne ihtiyaçların sonu gelir, ne ekonomik suçlar azalır, ne de insanlar birbirlerine güvenerek borç alıp verebilirler. Zaten İslâm devleti olsa, işsizlere iş bulmayı, herkesin geçineceği imkânları temin etmeyi önemli görev kabul eder. Muhtaç olanlara gerektiğinde faizsiz kredi, yani karz-ı hasen verir; geri ödeyemeyecek olandan geri almaya kalkmaz. Her şeyden önce, halkı tüketim toplumu olmaktan, bencil, açgözlü ve lüks düşkünü olmaktan uzaklaştırır, sade ve israfsız hayatı benimsettirir. Karz-ı hasen kurumu da ancak İslâm devletinde mükemmel bir şekilde uygulanır.  
 
Ne mutlu tüm malın ve mülkün Allah'a ait olduğunu, kendisinin emânetçi özelliğini unutmayıp, parayla imtihanı kazanarak Allah'la alışveriş yapanlara! Yazıklar olsun paranın kulu olan cepleri paralandıkça gönülleri de paralananlara. "Param, param!" diye param parça olanlara! 
 
İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise karz-ı hasen ve infak köprüsü kurarak dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimizin hevâsı veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Bunlardan birini seçmemiz gerekiyor. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!