Modern dünya hepimizi yara bere içinde bıraktı
Günaha ayarlı bir zihin yapısıyla inşa edilmeye çalışılan hayat tarzı, kaygan zemin ve cam kırıkları üzerinde yalın ayakla gitmeye çalışan mü’minler…
07/04/2015 - 12:35

Modern dünya hepimizi yara bere içinde bıraktı. Maddi/manevî zor günler geçiriyoruz. İnsanların tüketmek için yaşar hale getirilmeye çalışıldığı, israfın hayat standardı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dinin basit şeylere feda edildiği bir dünya. Ölümü unutturan dünya. İslamî değerlerin ya imha edildiği yahut içiyle oynandığı, içi boşaltılmış dindarlığın revaçta olduğu bir dünya. Kutsalsız veya mukaddesten arındırılmış hayat. Adına da ‘modern dünya’ denilen hayat.

 Günaha ayarlı bir zihin yapısıyla inşa edilmeye çalışılan hayat tarzı, kaygan zemin ve cam kırıkları üzerinde yalın ayakla gitmeye çalışan mü’minler… Meleğin mahkûm, iblisin hâkim olduğu insan tasavvurunu ikame eden bir hayat.

İnsanı Rabbi ile kulluk bağlarından koparan, fıtratından uzaklaştıran bu düzende nasıl yaşayacağız? Mü’mince bir hayatı, kıble merkezli bir düzeni nasıl kuracağız? Dağılan/dağıtılan aileleri nasıl toplayacağız? Konforu, refahı artırma gayreti içindekilere ‘Dünyada bir yolcu gibi ol!’ hakikatini haykırıp dünyevîleşme hastalığından kurtarma faaliyetlerine nereden başlayacağımıza kafa yormayacak mıyız?

 Dış dünyası güzelleştikçe, iç dünyası çirkinleşenlere, dış dünyası zenginleştikçe iç dünyası fakirleşenlere ‘dengeli hayat’ı kim hatırlatacak? Psikologların işsiz kaldığı, Adliye saraylarının kulübeye döndüğü, kadının evine/yuvasına kavuştuğu bir dünyanın hasretini mi çekeceğiz? İnsanın insanlığı, hayvanlığına kurban mı edilmeliydi? Allah’la kulluk irtibatını koparmış bir insana israfı, sade hayatı, sabrı/şükrü/ kanaati nasıl izah edersiniz? Bu insana hayatın ve sahip olduğu değerlerin ilahi bir emanet olduğunu açıklayabilir misiniz?

 Mü’minlerin beş vakit namazda kırk defa ‘İhdinassıratalmüstakîm’ demelerine rağmen niçin istikamet üzere devam etmiyor/edemiyorlar. Mutlaka bu soruya cevap aranmalı. Eleştiriye kapalı olma hastalığı beraberinde kusursuzluk (‘hiç yanılmam’ deme hastalığını) da barındırıyor. Kendi kendisini de dar çevreye mahkûm ediyor. İpek böceği misali kendi ördükleri kozanın kurbanı oluyorlar. İkaza en fazla ihtiyaç duydukları zamanlarda bile kendilerini uyaracak birinden mahrum olurlar. İstişarenin lafta kaldığı bir yapıda ‘her şeyi ben bilirim’ havasının hâkim olduğu bir sistemde ‘ehliyet ve liyakat’ nerede bulunur? Arayan soran da olmaz. Çünkü getirilen her yer, kullanılan her imkan ‘hak edilmiştir’ çünkü… Her tenkidi düşmanlık, her eleştireni de düşman görme düşüncesi, hatayı savunma gibi bir başka hastalığa götürüyor. Tavizkâr hareket etme, müdahane, aşağılık kompleksi, özgüven yokluğu, mü’min şahsiyette olması gereken özelliklerin kaybedilmesi de ayrı bir mesele…

 İşte bütün bu sebepler işimizin hakikaten ne kadar zor olduğunun da göstergesi değil mi?

 Hedef elbette dünyadan el etek çekmek değildi. Dünyayı, iman etmeyenlerin tasallutunda bırakıp ibadete çekilemeyiz. Bizim dünyayı imar etmemiz de kulluk dairemiz içinde kalır. Ancak dünyayı imar etmekle dünyanın esiri olmak arasındaki fark, yaşayışımıza yansıyor mu?  Zengin olmanın bile sınırı yoktur. Bir mü’min dilediği kadar zengin olabilir.   Dilediği kadar mal, mü’mine helaldir. Yeter ki elde edilme yolları helal olsun ve o mal Allah’a kulluktan, insani kimlikten tavize sebep olmasın, o kadar… Kınanan şey mal edinmek, dünyalık sahibi olmak değil, mala ve dünyaya esir olmak, ona tapar hale gelmektir. Ashaptan yamalı giyinenler de vardı, büyük serveti olanlar da. İki grup da aynı safta namaz kılıyor, birbirlerinden uzak kalmıyorlardı. ‘Allah’ın elindekini senin elindekinden daha değerli ve güvenli’ gördükçe mal ve dünya tehlikeli değildir.

 İslâm, insanlık dinidir. İnsanlığın olmadığı yerde İslamlıktan da insanlıktan da bahsedilemez. Anaların/babaların evlatları tarafından ağlatıldığı, herkesin konumuna veya sınıfına göre yaşadığı, zengin-fakir arasında kapanmaz uçurumun oluştuğu, ilim yuvaları olması gereken müesseselerin diploma dağıtan büro gibi olduğu bir toplum, İslamın yaşandığı bir toplum olamaz. Namaz kılanların, başörtülülerin sayısı çoğalsa bile.  

 Camilerde namaz kılmak kadar, hısım, akraba, konu-komşuyla münasebetlerimizi kesmememiz de ‘Mü’minlik kalitemiz’dir. Hiçbir ‘önemli toplantı’ hiçbir iftar sofrası, çoluk-çocuk aile efradıyla bir araya gelme samimiyetinin yerini tutamaz. Rasulüllah Efendimizin hayatı bizler için ‘örnek hayat’tır.

 Ashabın gençlerinden Abdullah bin Ömer anlatıyor:

“Biz öyle bir zaman gördük ki, kimse dinarını/dirhemini (altın ve gümüş parasını) Müslüman kardeşinden kıymetli bilmezdi. Şimdi ise, dinar ve dirhem bize, Müslüman kardeşimizden daha değerli geliyor.” Devamında da:

 Ben Rasulüllahtan şöyle buyururken işittim, “Nice komşular kıyamet günü komşusunun yakasına yapışıp, Ya Rabbi! Bu kapısını bana kapatıp iyilik yapmadı” diyecek.

 Maide sûresinde: “Küfre sapanlar birbirleriyle dayanışma içindedirler. Siz de böyle yapmadıkça yeryüzünde zorbalık ve büyük baskı hâkim olacaktır.” (5/2)

 Enfal sûresinde ise çare ve yol gösteriliyor: “Allah’a ve Onun Rasulüne tâbi olun. Birbirinizle didişmeyin. Sonra direnciniz, mukavemetinizi yitirirsiniz, rüzgârınız (kuvvet ve yardımınız) da kesilir. (8/73)

Bütün bunların ışığında iç dünyamıza dönüp bir ‘nefs muhasebesi’ yapmaya ne dersiniz?