KUR’ANDA SEBÎL (YOL) KAVRAMI 7
(Kur’an’da sebîl kavramını anlatmaya devam ediyoruz)

20/04/2018 - 17:02

-Sebep/gerekçe olarak sebîl

Peygamberin (sav) ve sahabelerin hayatında Tebuk Seferi’nin ayrı bir yeri vardır.  « Saatu’l-usra-zorluk zamanı » da denilen (Tevbe 9/117) bu sefer bir turnosol kağıdı gibi imanda samimi olanlarla, gevşek olanları ortaya çıkarmıştı. Zira sefer için gidilecek yer Medine’den uzaktı. Üzerine gidilecek toplum Bizans İmparatorluğu idi. Mevsim yaz ve çok sıcak idi. Üstelik Medine ve civarı için tam da hasat mevsimi idi. Bu şartlarda Medine’den ayrılmak çok zordu. Bu sefer için çağrı yapıldığı zaman, sefere katılmaya ya da katkıda bulunmaya gücü yeten bazıları çeşitli bahaneler ileri sürerek Peygamber’den izin istediler. Evlerinde kalanlarla birlikte olmayı yeğlediler. Allah (cc) böylelerini kınıyor. Buna karşın mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda yoğun çaba ve fedakârlık gösterenleri (cihad edenleri) Cennet ve sonu gelmez mutlulukla müjdeliyor. (bkz; Tevbe 9/86-90)

Peygamber (sav) Tebuk Seferi'yle ilgili hazırlıkları başlattığında, çevrede İslâmı yeni kabul etmiş bazı bedevî kabileler bu sefere katılmaya karar verdiler. Bazıları geride bırakacakları kabile halkının savunmasız kalacağını ile­ri sürerek veya böylesine zor bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağ­lamayacağını düşündükleri için bahâneler uydurarak seferberlik çağrısına uyamayacaklarını bildirdiler. Hatta Allah ve Peygamberi'ne sadâkat gösterme sözün­den cayanlar Medine'ye gelip özür bildirme ihtiyacı bile duymamışlardı. (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 3/75)

Müslümanlardan bazıları da geçerli mazeretleri veya özürlü olmaları sebebiyle bu zor ve meşekkatli sefere katılamadılar. Allah (cc) onlar hakkında şöyle buyurdu:

« Allah’a ve Resûlüne karşı sadık ve samimi oldukları takdirde, güçsüzlere, hastalara ve (seferde) harcayacakları bir şey bulamayanlara (sefere katılmadıkları için) bir günah yoktur. İyilikte bulunan kimselerin (kınanması) için de bir sebep (sebîl) yoktur. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. »(Tevbe 9/91)Ya da “onları cezalandırmaya bir yol (sebîl) yoktur” demektir.

Âyette geçen sebîl sözlükte; kolay, düz yol demektir. Maddi olana da, hayır ve konusundaki manevî olana da sebil denir. Âyette sözün böyle gelmesi; yani “onlara zarar vermek veya cezalandırmak için hiç kimsenin başvuracağı bir yol (sebep, gerekçe) yoktur” manasını vurgulamak içindir. (Abduh, M.-Rıza, M. R. el-Menar (çev.), 12/409)

Hastalar, yaşlılık veya herhangi bir özür sebebiyle sakat olanlar, kendilerine sefer için donanım sağlama imkanı olmayanlar Allah’a ve O’nun Elçisine karşı samimi olurlarsa, içtenlikle davranırlarsa, fitneye meydan vermez, yani dedikodu yapıp olumsuz etki yapacak sözler söylemez ve sefere gidenlerin ailelerine güçleri yettiği kadar yardımcı olurlarsa, ya da sâlih amel işlemeye, yani muhsin olmaya (iyi davranmaya, iyi bir müslüman olmaya) devam ederlerse; sefere katılmadıkları için günahkâr olmazlar, kınanmaları gerekmez.

Bu; hastalık, sakatlık veya fakirlik nedeniyle özürleri kabul edilebilecek kimselerin bile, ancak samimi oldukları, Allah ve Rasûlüne içten iman ettikleri taktirde bağışlanabilecekleri anlamına gelir. Bu sadâkat olmaksızın hiç kimse, sadece savaşa çağrıldığı zaman hasta veya fakir olduğu için affedilmeyecektir. Çünkü Allah (cc) sadece görünüşe göre hüküm vermez ve hastalık, yaşlılık veya başka bir bedeni sakatlığa müptelâ olduklarını gösterir bir “doktor raporu” getiren herkese eşit muamele yapıp hepsini affetmez. Hüküm gününde Allah (cc) herkesin niyetine bakacaktır.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 2/260)

Allah (cc) bu âyette gerektiği zaman Allah yolunda gerekebilecek bir seferberlik veya bir çalışma için geçerli olabilecek mazeretleri sayıyor. Buradaki “zayıflar”, kendilerinde savaşa katılmaya gücü olmayanlar demektir. İbni Abbas’a göre bunlar kötürümler, ihtiyarlar ve acizler, Beğavî’ye göre çocuklar ve kadınlardır. Felçli, âmalık ve topallık da bu zayıflık cinsindendir. Üstelik bu gibilerin özürleri genellikle süreklidir. Hastalık gibi mazeretler ise geçici olabilir.

“Ve savaşta harcayacak bir şey bulamayanlara sorumluluk (bir yol) yoktur”Bazıları sefere çıkmaya, ya da sefere çıktıkları zaman ailelerine bırakacak bir şeyler bulamaz. Halbuki maddi imkanı olanlar hem bunları yapabilirler, hem de başkalarına infak edebilirler. Mazretleri/özürleri sebebiyle cihad görevini yapamayanlar günaha girmiş sayılmazlar. Tabii ki bu durum, onlar ihlaslı oldukları süre geçerlidir.

Âyetin ikinci kısmında “...Çünkü muhsinlerin (iyilik edenlerin) kınanması için bir yol (sebîl) yoktur..” deniyor. Muhsin aslında, takvaya uygun ve dinde iyilik sayılan amelleri işleyen her müslüman hakkında kullanılır. “Kim muhsin olarak yüzünü Allah’a döndürürse, onun mükafata Rabbinin katındadır.” (Bekara 2/112) İlâhi adalet iyilik edeni kat kat mükafatlandırır. Buna karşın kötülük edeni ancak kötülüğü nisbetinde cezalandırır.

Şayet Allah yolundaki bir sefere ve cihad çalışmasına katılmamak için mazeret ileri sürenler  bu ihlasla başka amellerini güzel yaparlarsa onları da cezalandırmak için yollar kapalıdır. “Zira iyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.” (Rahman 55/60) Allah ise rahmeti ve mağfireti bol olandır, her şeyi bilendir. İlâhi emirleri yerine getirmede özür sahiplerini bilir ve onları bağışlar. (Abduh, M.-Rıza, M. R. el-Menar (çev.), 12/40-409)

Muhsin burada “öğüt dinleyen mazeret sahipleri” manasına da gelir.” Onların aleyhine bir yol (sebîl) yoktur” ibaresi; onlar için günah, vebâl, sorumluluk yoktur. Onlar azarlanmaz ve kınanmazlar demektir. Zira onlar özür sahibidirler. (Zemahşerî, el-Keşşâf, 2/291)

İhsan hadisinde geçen “Allah’ı görüyor gibi ibadet etme bilinci” ile, bu âyette geçen Allah’a ve Peygamberine karşı samimi olma arasında bir bağ vardır. Çünkü muhsin; hem Allah’ı görüyor gibi ibadet eden, hem de iyilik ve ihsan eden, güzel davranan demektir.

İşte bu şekilde ihlaslı/samimi olanlara güç yetmeyen konularda kınanmaları için bir sebep (sebîl) yoktur.

 “Burada anılan kişiler için tanı­nan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görev verilebilir.” (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 3/75) Nitekim bu izne rağmen bazı özürlü sahabelerin bazı savaşlara veya seferlere katıldıklarını kaynaklar haber veriyor.

Ayette geçen “nush”, samimi olmak, yapılan işin her türlü aldatmadan uzak, arınmış, bir nevi yürekten süzülmüş olması demektir. “Nâsuh tevbe” buradan gelir. Neftaveyh adlı müfessir; “Bir şe­yin nush bulması, onun halis, arı, duru olması demektir. Bir kimsenin biri­sine nush ile söz söylemesi, ona samimi ve ihlâlı olarak söz söylemesi de­mektir”diyor. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1476)

Temim ed-Dârî’den nakledildiğine göre Pey­gamber (sav): “Üç defa; “Din nasihattir” dedi. Biz: “Kimin için” diye sor­duk, O da: “Allah'a, Kitabına, Rasûlüne, müslümanların yöneticilerine ve hep­sine” diye buyurdu. (Buhârî, İman 42 (bâb başlığında). Müslim, İman/21 (95) no: 196. Ebu Dâvud, Edeb/59 no: 4944. Tirmizî, Birr/17 no: 1926. Nesâî, Bey’at/31 no:4205. Darimî, Rikâk/41. Ahmed b. Hanbel, 1/351, 2/297, 4/102, 103)

Zeyd b. Sâbit’ten şöyle rivâyet ediliyor: “Ben, Allah’ın Rasûlü’ne gelen vahyi yazanlardan biriy­dim. Bir gün Tevbe Sûresini yazıyordum. Kalemi kulağımın üzerine koyduğum bir sırada (yazma işi bittiği bir sırada) bize savaşmamız emredildi. Resûlüllah (sav) kendisine emredilen bu işle meşguldü. O sırada amâ biri­si geldi ve “Ey Allahın Rasûlü! Benim durumum ne olacak, ben körüm?” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Katâde’ye göre ise bu âyet Âiz b. Amr el-Müzenî hakkında inmiştir. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/164)

Takip eden âyet; aleyhlerine bir sebîl, yani bir sorumluluk, cezalandırmaya bir sebep, bir gerekçe olmayanlar sayılmaya devam ediyor:

“Kendilerini bindirip (cepheye) sevk edesin diye sana geldikleri zaman, senin, “Sizi bindirebileceğim bir şey bulamıyorum” dediğin; bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de bir sorumluluk yoktur.” (Tevbe 9/92)

Buna karşın aleyhlerine bir yol (sebîl) olanlar, yani kınanmayı, muaheze edilmeyi hak edenler var.Bunlar:“... zengin oldukları hâlde senden izin isteyenlerdir. Bunlar, geride kalan (kadın ve çocuk)larla birlikte olmaya razı oldular. Allah da kalplerini mühürledi. Artık onlar bilmezler.” (Tevbe 9/92-93)

Âyet (Allah yolunda) cihad etmeye veya bu uğurda harcayacak bir şey bulamayanları, ya da bu yolda binek temin edemeyenleri, samimiyetlerinden dolayı övüyor. Allah (cc) onların Allah ve Peygamber sevgisinde samimi olduklarını görünce onların mazeretlerini kabul buyurdu. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/164)

Abdullah b. Abbas’tan gelen bir habere göre o bu âyet hakkında şöyle demiş: “Peygamber (sav) insanları kendisiyle birlikte gazveye (sefere) çıkmaları için hazırlık yapmaya çağırdığı zaman aralarında Abdullah b. Müğaffel el-Müzenî olan sahabeden bir grup Peygamber’e geldiler ve “bizim için binek temin ey Ey Allah’ın Elçisi” dediler. Peygamber (sav) (maalesef) size binek tamin edemiyorum” deyince  ağlayarak geri döndüler. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 6/445. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1476)

Vâhidî’nin kaydettiğine göre “bu âyet yedi sahabe hakkında indi. Onlar; Ma’kil b Yesar, Sahr b Hansa, Ensardan Abdullah b. Ka’b, Salim b Umeyr, Sa’lebe b. Ğaneme, Abdullah b. Muğaffel ve diğer bir kişidir. Bunlar bu âyet inzal olunca Peygamber’e gelerek; “Ey Allah’ın Elçisi! Allah (cc) seninle savaşa çıkmamızı emretti. Bizim için binek tamin et seninle gazveye çıkalım. Peygamber (sav) onlara; “sizi bindirecek binek bulamıyorum” demesi üzerine onun yanından ağlayarak gitiler. Bunlar; “el-bekkâun (ağlayanlar)” diye bilinen kişilerdir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1476)

Tefsirci Mücahid’e göre ise bu âyet Ben-i Makarrin oğullarından Muakkal, Süveyd ve en-Nu’man hakkında nâzil olmuştu.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 6/447. Vâhidî, en-Nîsâbûrî, A. Esbâbu’n-Nüzûl, s: 193)

Bazılarına göre ikinci âyet İrbâd b. Sâriye hakkında veya Âiz b. Amr hakkında, bazılarına göre Musa el-Eş’ârî hakkında inmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 6/446. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1476)

Bu âyete göre başta Allah yolunda savaş olmak üzere mazeret sahiplerinden, ya da o işi (amel) yerine getirmekten aciz olanlardan dinî vecibe (yükümlülük) düşer. Bu anlamda bedeni bakımdan güçsüz olmakla, mal/maddî imkan açısından güçsüz olmak arasında fark yoktur. Allah (cc) şöyle buyuruyor: Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. (Bunlar savaşa katılmak zorunda değillerdir.) Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, onu elem dolu bir azaba uğratır.”(Fetih 48/17)

Allah (cc) hiç kim­seye gücünün yeteceğinden fazla sorumluluk yüklemez. (Bekara 2/186)

Allah yoluna fiilen çıkmada veya bu yolda infak etmede samimi oldukları halde buna güç yetiremeyenler, sefere çıkanlar gibi değerlidirler. “Böyle, cihada katılmak için büyük bir istek duyan, fakat gerçekten ciddi bir özür nedeniyle katılamayan kimseleri, Allah bedenen katılmasalar ve uygulamada bir şey yapmamış olsalar da savaşa katılanlar arasında sayacaktır. Çünkü onlar kendi hataları olmaksızın cihaddan geri kalışlarına, bir adamın bir işi veya yüksek bir kârı kaçırdığı zaman nasıl üzülürse öyle üzülürler. Allah böyle bir kimseyi görevde sayar, çünkü o ciddi bir özür nedeniyle aktif bir hizmet yapmasa da kalbi Allah yoluna hizmet etmekle meşguldür.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 2/261)

Nitekim Enes’den (ra) gelen bir rivâyete göre Peygamber (sav) şöy­le buyurdu: “Medine’de öyle kimseleri geri bıraktınız ki, siz ne kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, ne kadar vadi katettiyseniz, mutla­ka onlar onda sizinle birliktedirler”. “Ey Allah'ın Rasûlü! Medine'de bulunduktan halde nasıl bizimle beraber olabilirler?” dediler. Peygamber: “Maze­retleri (veya hastalıkları) onlan alıkoydu.” dedi. (Buhârî, Cihad/35 no: 2839, Meğazi/82 no: 4423. Müslim, İmâra/48 (159) no: 4932. Ebu Dâvud, Cihad/19 no: 2508. İbni Mâce, Cihad/6 no: 2764. Ahmed b. Hanbel, 3/103, 160, 214, 300, 341. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/164)

Bu, yukarıdaki âyet ve benzerleri Allah yolunda olabilecek savaş ve seferlerde özür sahibi olanların aleyhlerine bir yol, bir kınama ve vebâl olmadığını ortaya koyuyorlar. Bu özür ihtiyarlık, kötürümlük, topal olma, ciddi bir hastalık, fakirlik ve benzeri olabilir. Ancak Allah’a ve Peygambere karşı samimi, içtenlikli olmak şartıyla. (Kurtubî,  el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1476)

Yani eğer imkanları olsaydı Allah’ın “sefere gitme, Allah yolunda cihad etme veya infak etme veya savaşma” emrine mutlaka uyarlardı. Ki böyleleri bir sefere veya savaşa çıkmaya güç yetiremeseler bile, kendi imkanları ölçüsünde, sevabını Allah’tan bekleyerek ellerindeki imkanları infak ederler, emr-i bi-l ma’rıuf emrini yerine getirirler, insanları söz ve yazı ile hak yola davet ederler. İyiliğin ve hayrı yaygınlaşması için karınca kaderince çalışırlar.

Birinci âyetin sonunda geçen “muhsinler-iyi davrananlardan” maksat bu olsa gerektir.

Evet işte böyleleri savaş meydanından geri kaldıkları halde eğer kalpleri Allah ve peygamberi ile beraber ise, hainlik yapmazlar ve fitne ile meşgul olmazlar. Buna karşın savaştan daha hafif olan görevlerini yaparlar. Müslümanlara fayda getiren başka hizmetlerde bulunma gibi işlerle uğraşırlar. Böyle bir durumda onların savaştan geri kalmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü onlar güçlerinin yettiği ölçüde iyi işler yapmaktadırlar.

Yine savaşa katılacak güçleri olduğu halde oraya kadar kendilerini taşıyacak binekleri olmayanlara karşı da bir kınama ve suçlama olmaz. Çünkü onlar da imkansızlıktan dolayı savaşa veya sefere katılmaktan mahrum kaldıklarına gerçekten üzülürler, öyle üzülürler ki, gözlerinden yaşlar boşanır.

Bu gerçek cihada ve Allah yolunda savaşa karşı duyulan samimi isteğin etkili bir tablosudur. Bu görevi yerine getirmekten mahrum olmanın gerçek üzüntünün görüntüsüdür. Bu, aynı zamanda Peygamber (sav) dönemindeki sahabe cemaatinin pratik hayatında görülen gerçek bir tablodur. İslâm işte bu şekilde muzaffer oldu, olur. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 3/1685)

Ayetlerin Tebuk seferi ile ilgili gelmesi hükmünün sadece Peygamber zamanında yaşayan sahabeler için geçerli olduğunu göstermez. “Lafzın hususi oluşu hükmün umumi oluşuna mani değildir” kuralından yola çıkarayak diyoruz ki: Bu ve diğer bütün âyetler Kur’an’ın bütün muhataplarını bağlar. Günümüzde de İslâmî davetten, emr-i bi’l-ma’ruf görevini yapmaktan, İslâm uğruna çaba göstermeketen (cihad etmekten), gerekirse müslümanların vatanlarını ve dinlerini korumaktan gücü yeten herkes sorumludur. Mazereti, özrü, geçerli bir sebebi olanlar hariç.

 

Hüseyin K. Ece

17.04.2018

Zaandam