İNSANIN GÖREVİ -2
C-İTAAT
a-İtaat nedir?
İnsanın Rabbine karşı üçüncü görevi itaattır.
İmanın gereği iman edilen bir yüce gücün karşısında itaat etmek, boyun eğmek, ondan gelenleri kabul etmek, itiraz etmemek, emre muhalif davranmamaktır.
İşte böyle bir durum insan için ibadet anlayışıdır.
İnsan, kul olarak Yaratıcısının karşısında ne yapacaktır? Onun rolü nedir? Rabbi ondan ne gibi bir tavır beklemektedir?
03/09/2008 - 22:03

           İtaat, inkıyad etmek, yani boyun eğmek demektir. Emre uyma, sözü dinleme, alınan emri yerine getirme, verilen emre göre hareket etme anlamlarına da gelir.

         Kur’an-ı Kerim diyor ki:

         “Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır.” (3 Âli İmran/83)

         Buradaki isteyerek kelimesi ‘itaat’ kelimesiyle ifade edilmektedir. 

‘İtaat’ın karşıtı ‘isyan’dır.  Allah, yarattığı ve nimet verdiği kullarının kendisine isyan değil ‘itaat’ etmelerini istiyor. Eğer insan âlemlerin Rabbine itaat etmezse; başka ilâhlara itaat edecektir. 

         “Ey İman edenler! Allah’a, Peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine (sizin gibi mü’min olan yetkililere) itaat edin….” (4 Nisa/59)

         Peygambere itaat, O’nun yoluna gitmek Allah’a itaat gibidir, O’na karşı gelmek Allah’a isyan gibidir. (4 Nisa/80)

         Allah’ın adıyla ve O’nun emirleri doğrultusunda iş yapan bütün yetki sahiplerine, dinin sınırları içerisinde kalmak şartıyla itaat edilir. (Buharí, Ahkâm/4, 9/79. İbni Mace,  Cihad/39, Hadis no: 2859-2862, 2/954.)

Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez. (Buharí, Cihad/109, 4/60. Müslim, İmâre/38, Hadis no: 1839, 3/1469.)

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emir’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emir’e isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” (Buharí, Ahkâm/1, 9/77. Müslim, İmare/32-33, Hadis no: 1835, 3/1466. Nesâí, Bey’at/27. 7/138.)

        b-İtaat Nasıl yerine getirilir? (İbadet)

              İtaatın diğer adı ibadettir.

Ya da müslüman Allah’a, Allah’ın koyduğu ölçülere itaat ettiği, ya da O’nun çizdiği sınırlara dikkat ettiği zaman, bu davranışı ibadet olur.

Öyleyse ibadeti nasıl tanımlayabiliriz?

1-Kelime anlamıyla ibadet      

         İbadet ve ubudiyyet, ‘abd’ fiiliinden gelir. Bu da, itaat etmek, alçak gönüllülük (tevazu) göstermektir. Daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye isyan etmeksizin, ondan yüz çevirmeksizin, karşılık vermeksizin itaat etmesi ve boyun eğmesi, kendi özgürlüğünü terkedip tam bir bağlılıkla onun emrine girmesi demektir.

       2-Istılah olarak ibadet

İbadet, niyete bağlı olarak yapılması sevap olan, özel bir şekilde yapılan, iman, itaat ve fiillerden meydana gelir.

Evet iman da öncelikle bir ibadettir. Değil mi insan Rabbinden gelen ölçülere uyuyor, kabul ediyor, o hükümlere boyun eğiyor. 

         İbadet, kendini kul olarak kabul eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu, Rabbine itaat edişi, benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. Kul bu görevi, Allah’ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.

         Allah’ın razı olduğu bütün ameller ibadet kapsamına girer. Allah, insanlardan güzel davranışlar ve kendi hükümlerine uyma istemektedir. Yani Allah’a itaat manası taşıyan her hareket ibadettir.

“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin. Umulur ki takvaya erersiniz.” (2 Bekara/21)

İbadet, aynı zamanda nimetleri veren makama karşı şükrün yerine getirilmesidir. İnsana verilen en üstün nimet herhalde hayat nimetidir. Öyleyse ibadet hayatı var eden Allah’a yapılır.

         İslamdaki ibadet anlayışı, batıl dinlerde olduğu gibi bir tapınma değil, Allah’a karşı olan sevginin, saygının, azametine teslim oluşun, O’nun Rabliğini tasdik edişin dua, itaat ve belli hareketlerle ortaya konmasıdır.

Allah (cc) insanı ‘abd-kul’ olarak yaratmıştır. Dolaysıyla insana düşen bu kulluğun şuurunda olmaktır. Abd, efendisinin emrine itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin uyar. Verilen emri yerine getirir, istenen hizmeti görür. Çünkü efendisi onun sahibidir, ona nimet vermektedir, ona sayısız iyilikte bulunmaktadır. 

Gerçek Efendiye kulluğu unutanlar, başka yalancı mevlâlar (efendiler) bulurlar.

İbadette, itaat edenin yalnızca boyun eğip söz dinlemesi yeterli değildir. İtaat eden kul (abd), aynı zamanda önünde boyun eğdiği efendisinin yaptığı iyilikleri de bilmelidir. Verdiği nimetlere teşekkür ederek (veya şükrederek) kalpten ona bağlanır. 

İslâm, bu şekilde bir boyun eğmenin, kayıtsız şartsız itaatin ve bu yüceltmenin ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı yapılabileceğini  ortaya koymuştur.

         İman eden kimse, bir anlamda bütün kölelikleri, bütün yanlış kul ve kulluk anlayışlarını reddettiğini ilân etmiş olur. O, imanıyla der ki, ‘ben âlemlerin Rabbini ilâh olarak kabul ediyorum, ben O’nun kuluyum. Dolaysıyla mutlak itaati, mutlak hizmeti ve ibadeti yalnızca O’na yapacağım. O benim sahibimdir, ben O’na aitim, O’ndan geldim ve yine O’na döneceğim.’

        c-Niçin İbadet?

İbadetin amacı, Allah’ın rızasına ulaşmak, bir anlamda takva sahibi olmak, bununla dünya hayatını düzene koymak, iyi bir insan olabilmek ve öldükten sonra da Cenneti kazanmaktır.

İbadet, yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. İnsanlar Yüce Allah’a ibadet için yaratılmışlardır. (51 Zariyat/56) 

Burada niçin ibadet etmeliyiz sorunun cevabını, ya da ibadet görevinin gerekçelerini sıralamaya çalışalım.

       -Şükür için;

“Rabbiniz şöyle buyurmuştur: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (ni’metimi, mükâfatımı) artırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.” (14 İbrahim/7)

         Mü’minler bilirler ki Allah âlemlerden müstağnidir. İbadet kulun ihtiyacıdır. Nimet veren O’dur. İyilik edene teşekkür edilir.

‘Şükr’ sözlükte; hayvanların bedenlerinde yedikleri gıdanın etkisinin apaçık ortaya çıkmasıdır. 

         Din dilindeki ‘şükür’ de bunun gibidir. Yani ‘şükür’, Allah’ın ni’metinin etkisinin kulun dilinde ‘itiraf ve övgü’ olarak, kalbinde ‘şahitlik ve muhabbet’ olarak, organlarında da ‘itaat etme ve boyun eğme’ olarak, dilde ‘zikir’ olarak ortaya çıkmasıdır.

         ‘Şükür’, kişinin kendine ulaşan ni’meti bilmesi ve ni’met sahibini bilip onu övmesi demektir. ‘Küfr’ ise, ni’met vereni inkâr edip onu gizlemektir.

‘Şükür’, ni’met vereni boyun eğerek itiraf etmek,  ihsan yapan kimseyi, ihsanını anarak övmek,  ni’met verene kalbin sevgiyle dolması,  O’na boyun eğmek, O’nu sevmek ve ni’met konusunda O’nu hoşnut edecek şeyleri yapmak ta bulunmaktadır.

         ‘Küfr’ kelimesi, iman etmemeyi, insanlara sonsuz nimetler veren rızık sahibi Allah’ı inkâr etmeyi anlattığı gibi, ‘şükr’ kelimesi de iman etmeyi, verilen nimetlerin sahibi olan Allah’ı tanımayı ve O’na minnettarlık duymayı ifade eder.

         Şükür, hamdetmeyi ve Tevhide inanmayı bir araya toplar. 

         ‘Şükür’ aynı zamanda ni’meti bilmedir. Çünkü ni’meti bilmek, ni’meti vereni bilmenin yoludur. Kul ni’meti tanıdığı zaman, ni’metin sahibini de tanır. O’nu tanıyınca O’nu sevmeye başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet eder. 

İşte bunun için Allah (cc), Kur’an’da İslâm’a ve imana ‘şükür’ diye isim vermektedir.

            Şükür ibadeti nasıl yerine getirilir?

Şükür, imanın eyleme dönüşmesiyle yerine getirilir.

“Şayet nankörlük ederseniz (küfrederseniz), artık şüphesiz Allah size karşı hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için buna rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (faydanız) için ondan razı olur…” (39 Zümer/7)

         Kur’an, sürekli olarak Allah’ın insanlara verdiği ni’metlere, yaptığı bağışlara, ettiği ihsanlara dikkat çekmekte ve insanın bütün bu iyilikler karşısında ‘şükran’ duyguları içerisinde olmasýný istemektedir. Çünkü ni’mete kavuşmanın, iyilik görmenin karşılığı budur.

         İnsan, Allah’ın kendisine verdiği can ve organlar karşılığında (23 Secde/7-9), yağmur vermesinin (45 Casiye/4-5. 56 Vakıa/68-69), gece ile gündüzü var etmesinin (28 Kasas/73), dağ gibi gemileri yüzdürmesinin (31 Lukman/31), eti yenen hayvanları (36 Yasin/71-73) ve daha nice ni’metler vermesinin karşılığı olarak şükr etmelidir. Bütün bu ni’metleri vereni tanımalı ve O’nun önünde boyun bükmelidir.

Kim şükrederse kendi nefsi için şükretmiş olur. (27 Neml/40) Yoksa Allah’ýn böyle şeylere asla ihtiyacı yoktur.

         Şükretmek mü’minlerin en önemli özelliklerinden biridir. 

         İnsanlar şükretmek veya küfretmek noktasında denenmektedir:

         “Hiç şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan (nutfeden) yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu (sebili) gösterdik; (artık o) ya şükredici olur ya da nankör olur.” (76 İnsan/2-3)

Hz. Süleyman, yanında bulunan ve kendisine ilim verilen bir kimse kraliçenin tahtını getirince dedi ki: ‘…Bu Rabbimin fazlındandır. O’na şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemektedir….’ (27 Neml/40)

Hamd, ni’mete kavuşmanın veya gelecek olan bir nimetin sevincini, huzurunu duyup, nimet sahibine övgüde bulunmadır. Şükür de insana gelip ulaşmış bir ni’mete karşı bir teşekkürdür.

Hamd’de sevinç ve arzu  anlamı, şükürde ise içten bağlılık ve dostluk anlamı daha çok yer almaktadır. 

Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen O’na şükretmemiş olur.” (nak. El-Cevziyye, Medaricü’s Salikín, 2/208)

Şükrün başı Allah’ı bilmektir (marifetullah’tır). Allah’ı Rab olarak bilen, O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse de O’nu sevmeye başlar. Allah’ı seven O’na ibadet eder, O’na hiç bir şeyi şirk koşmayarak O’nun nimet verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şuurla kimin önünde kulluk yaptığının farkında olur. Bu nedenle Tevhid şükrün zirvesidir.

         Şükür ahlâkının Hz. Muhammed’in hayatında nasıl somutlaştığını aşağıdaki örnekte görebiliriz.

         “Rasulüllah (sav) geceleri ayağa kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)?’ denildi.

         ‘Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?’ cevabını verdi. (Buharí, Teheccüd/6, 2/63. Tefsir-Fetih/1, 6/169, Rikak/19, 8/124. Müslim, Sıfatü’l Munafikín/18, Hadis no: 2819, 4/2181. Tirmizí, Salat/304, Hadis no: 412, 2/268.  Nesâí, Kıyamu’l Leyl/17, 3/178.)

       2-Hatırlayan hatırlanır:

a-Zikir:

Bütün ni’metlerin sahibi Allah (cc) insanlara;

         “Siz beni zikredin (anın) ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, fakat asla nankörlük etmeyin.” (2 Bekara/152) diye emretmektedir. 

         ‘Zikir’ sözlükte; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, hatırlatmadır. Kişinin marifet (bilgi) olarak elde ettiği şeyi korumasını saşlayan zihni bir faaliyettir.

         Kavram olarak ‘zikir’; Allah’ı anmak üzere yapılması veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd, dua, ibadet ve övgü gibi fiiller ve sözlerdir.

         ‘Zikir’ aslında kalbin, anılan kimseye dikkat kesilmesi ve ona karşı uyanık olmasıdır. Bunu dil ile ifade etmeye zikir denilmesinin sebebi, kalpteki zikre (hatırlamaya) işaret etmesindendir.

Kur’an bu kavramı hatırlama, hatırlatma, uyarı, öğüt, şeref ve üstünlük gibi anlamlarda kullanmaktadır.

 “Ey iman edenler, Allah’tan ittika edin ve kişi yarın içn ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allah’tan korkup-sakının; çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Şu, Allah’ı unuttuklarından dolayı (Allah’ın da) onlara kendi nefislerinin unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkmış kimselerdir.”  (58 Haşr/18-19)

       Hatırlama iki şekilde olabilir: 

         Birincisi, unuttuktan sonra olan bir hatırlamadır ki, bu her insanda her zaman olan bir şeydir.

         İkincisi, akılda tutulan, öğrenilen ve zaten kalbe yerleşen şeyin hatırlanmasıdır ki, kişi hiç unutmadığı bu gibi şeyleri dil ile söylediği zaman onu zikretmiş, dile getirmiş olur.

         Kur’an, kendisine ‘zikir’ demektir ki, O, baştan başa bir hatırlatma ve öðüttür. Sürekli Allah’ı hatırlatan âyetlerden meydana gelmektedir. 

         “Bu, bizim O’na indirdiğimiz mübarek bir ‘Zikir’dir. Şu halde onu inkâr edecek olanlar siz misiniz?” (21 Enbiya /50)

         “Hiç şüphesiz Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz.” (15 Hıcr /9)

         “Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl. Şüphesiz iyilikler (hasenat), kötülükleri (seyyiatı) giderir. Bu, öğüt alanlara yoğun bir hatırlatmadır (zikrâ’dır).” (11 Hûd /114 Ayrıca bak. 6 En’am /90. 7 A’raf/2. 21 Enbiya /84. 29 Ankebût/51. v.d.)

         Aynı kökten gelen ‘tezekkür’, düşünüp- öğüt almak, ibret almak demektir. Kur’an bazı şeyleri hatırlattıktan sonra ‘düşünmez misiniz, ibret almaz mısınız?’ diye uyarıyor. (17 İsra /47)

         Rabbimiz (cc), mü’minlere kendisini sürekli olarak zikretmelerini emrediyor. Zikretme emri bazen şükürle, bazen verilen nimetleri hatırlatma ile, bazen namazla, bazen diğer ibadetlerle, bazen verilen zaferle birlikte gelmektedir. Kur’an’da  zikredenler övülürken, zikirden yüz çevirenler  kınanmaktadır.

       Niçin zikir?

Çünkü Allah’ın zikrini unutanların hakkı dar bir hayattır:      

         “Kim de benim ‘zikr’imden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu Kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz (mahşere getireceğiz)” (20 Tâhâ /124)

         Bu âyetten bir önceki âyette, ilk insanın Cennetten çıkarılışı hatırlatılıp, Allah’ın gönderdiği hidayete uyanların dünya hayatında şaşırmayacakları haber veriliyor. Bu âyette geçen ‘Zikr’, insanı hidayete götüren vahy, vahyle gelen ilâhí kitaplar ve peygamberlere bildirilen şeyler veya son vahy olan Kur’an, ya da bizzat Allah’ı anmak anlamlarına gelebilir. (Muh. İbni Kesir, 2/497. Ebu’s Suud, Tefsir, 3/496)

         Evet, Allah’ın Zikr’inden kim yüz çevirirse onun hakkı dar bir geçimdir, sıkıntılı ve mutsuz bir yaşantıdır.

İnsan, evrenin her köşesine yerleşmiş olan sayısız âyetleri bakmalı, onların üzerinde düşünmeli, sonra da onların Rabbini hatırlamalı.

Müslüman, Allah’a götürecek bir sebep gördüğü zaman, imanı artar, Allah’ın ve O’nun uluhiyyetini (ilâhlığını) tekrar aklına getirir.   

         “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı (zikredildiği) zaman yürekleri ürperir, O’nun âyetleri okunduğu zaman (bu onların) imanlarını artırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (8 Enfal /2, ayrıca bak. 22 Hacc /35)

         Bir başka âyette, Allah’ın adı anıldığı zaman mü’minlerin secdeye kapandıkları haber veriliyor. (32Secde/15) 

         Mu’minlere Allah’ın âyetleri zikredildiği zaman, onların kalbleri bu âyetlere karşı kör ve sağır olmaz. (25 Furkan /73)  Halbuki inkârcılar, kendilerine âyetler hatırlatıldığı zaman, hatırlatılan şeyden (zikirden) öğüt almazlar, zikr’i hatırlamak istemezler. (37 Saffat /13)  

         Kendilerine Allah’ın âyetleri zikredildiği zaman sırtlarını  dönenler zalimlerdir. Onların kalpleri üzerinde Hakk’ı anlamalarına engel bir perde vardır. (18 Kehf /57)

Alış-verişler ve ticaretler Allah’ı zikretmeyi unutturmamalı. ( 24 Nûr /36-37. 63 Münafikûn /9) 

Kur’an’ın uyarılarınıve Rabbinin âyetlerini idrak edenler Allah’ı zikretmenin gereğini yaparlar:

         “Onlar, ayakta iken, oturuken, yan yatarken, Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı konusunu düşünürler (ve derler ki :) ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru.’”   (3 Âli İmran/191) 

         Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ve ölü gibidirler.”  (Buharí, Daavât/ 67) 

Öyleyse diri kalmak için sürekli Allah’ı hatırlamak gerekiyor.

         Peygamberimiz (sav)’den şöyle rivayet olunmuştur:

         “ Allah (cc) şöyle buyurmuştur: Ben kulumun Beni sandığı gibiyim ve Bana dua ettiği zaman onunlayım. Kim beni kendi nefsinde zikrederse (anarsa), ben de onu kendi nefsimde anarım. Kim beni kalabalıkta zikrederse, ben de onu, ondan daha hayırlı bir kalabalıkta zikrederim...”  (Müslim, Zikir/2-21, Hadis no: 2675. Buharî, nak. M. İbni Kesir, 1/142)

Levh-i Mahfuz’dan ‘zikr’  olarak indirilen Kur’an âyetleri, insanlara Allah’ı hatırlatan ilâhí belgedir. Öyleyse en büyük ‘zikir’ Kur’an’dır ve O’nu okumak, O’nunla meşgul olmak, O’nun ilkelerini hayat uygulamak, O’nun çizdiği sınırlar  korumak, O’nun hükmüne uymak; en güzel zikir’dir.   

         Zikrin tesiri kalpte duyulur, kalpten organlara geçer ve organlar da bunların uzantısı olan amelleri yaparlar.

İşte bu Allah’ı zikretmektir ve bu şekilde hatırlamanın sonucu da takva’ya ulaşır. 

         Rabbimiz buyuruyor ki:

         “Gerçekten Ben, Ben Allah’ım. Ben’den başka ilâh yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.” (20 Tâhâ/14)

         “Doğrusu namaz kötü ve iğrenç şeylerden alıkor, Allah’ın zikr’i ise en büyüktür.” (29 Ankebût /45) 

         Aslında zikir ibadetinin bir sonu yoktur. Kur’an; “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin ve O’nu sabah akşam tesbih edin.” (33 Ahzab /41-42) buyuruyor.

Zikir de Allah’a itaattir. Öyleyse O’nun emrettiklerine uymak, yasaklarından kaçmak zikirdir. 

Allah’ı zikretmekten yüz çevirenlere şeytan musallat olur. Şeytan ise insanın düşmanıdır. (43 Zuhruf /36)

Zikir takvaya ulaştırır, takvayı öğretir, takvaya arkadaş eder. Zikir şuurları diri tutar, gönülleri gafletten korur.

Zikir ilaçtır, zikir iksirdir, zikir ab-ı hayattır, zikir canlara can katan merhemdir. Zikir yoksullukları kanaat zenginliğine, yalnızlıkları ebedi ve bitmez dostluğa, mahrumiyetleri ilâhí ilgiye dönüştürür.

Zikir dünyalık korkuları giderir, endişeleri umuta çevirir, hayalleri götürür; onun yerine solmaz gerçekleri yerleştirir. Zikir boş kuruntular (ümniyye) yerine  Allah’ı bilme, takdir etme ve O’ndan isteme cesareti arama ümidini verir.

“Dikkat edin, kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur (doyar).” (13 Ra’d 28)

        b-Tesbih:

‘Tesbih’, ‘sebh’ fiilinden türemiş bir kelimedir. ‘Sebh’ sözlükte; havada ve suda hızlı hareket etmek, geçip gitmek, yüzerek uzaklara gitmek demektir.           

         Kavram olarak ‘tesbih’;  Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek (uzak tutmak)tır.

         ‘Tesbih’; Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama, hızlı bir şekilde ‘sübhanellah’ demek ve O’na ibadet etmektir. Bu bir çeşit Allah’ı zikirdir. 

         ‘Tesbih’;  Allah’ı, kutsal yüceliğine layık olmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir.