Va Hayfa, Va Esefa
Günümüz dünyasında genel kullanımda olan pek çok kavramın, ideolojik ve ırkçı imalar içeren, aşağılayıcı imalar içeren kavramlar olduğunu farketmeksizin, bu kavramları normal kavramlarmış gibi, masum kavramlarmış gibi kullanabiliyoruz.
07/04/2009 - 14:34

 Birinci, İkinci, Üçüncü dünya gibi; gelişmiş, gelişmemiş toplumlar gibi tanımlar farklı bir gerçekliği tanımlamak üzere değil, bu gerçekliği damgalamak üzere kullanılıyor. Tarihin biçimini değiştiremediğimiz için, dönüştüremediğimiz için, tarih bizi değiştiriyor, dönüştürüyor; kapitalist kültürün kavramsal dünyası içerisine bizleri hapsediyor. Statüko ile bütünleştiğimiz için, eleştirel bir kültür oluşturamıyor; bağımsız, özgün ve özgür bir dil kuramıyoruz. Statükocu, teslimiyetçi yaklaşımlara ters düşen, açılımlar, yorumlar, davranış ve tercih biçimleri sistem tarafından propoganda yoluyla etkisiz hale getirilebiliyor. Tarihin anlamını değiştirmeyi başaramadığımız için, ideolojik mülahazalarla, ırkçı mülahazalarla, bütün bir insanlığın aldatılmasını, yanlış yönlendirilmesini engelleyemiyor; ulusal güvenlik mülahazalarıyla bütün kötülüklerin/barbarlıkların meşrulaştırılmasına seyirci kalabiliyoruz. Her toplumda ideolojik elitler, kendilerini her tür hukukun üzerinde görebiliyor. Ulusal güvenlik mülahazasıyla her tür hukuksuzluk mazur görülebiliyor.

Varoluşumuzu, hayatımızı kendi sözcüklerimizle, kendi kavramlarımızla inşa edemiyoruz. Kendi dünyamız, kendi inançlarımız, sözcüklerimiz, kendi öykülerimiz doğrultusunda kuramıyoruz. Hayatlarımız hep büyük ikilemler ve çelişkiler içerisinde geçiyor. Bütün toplumlarda, her alanda bir çözülme yaşandığı için, bütün kimlikler bulanık hale geliyor. Bizler, Müslümanlar olarak, kimliğimizi inançlarımız temelinde inşa etmek durumundayız. İnsanlığa özgü, hayata özgü, tarihe ve varoluşa özgü bütünsel algılarımız, kimliğimize nihai bir anlam kazandırmalıdır. İnsani, ahlaki, medeni ilişkilere imkan vermeyen bir gerçekçilik dünyasında yaşıyoruz. Uluslararası ilişkilerde medeni ilişkilerin yerine çıkar ilişkileri, ideolojik ilişkiler geçti. Bu tür bir ilişki biçimi hiç bir şekilde adalet duygularına yer vermiyor.

İnançlarımızı, düşüncelerimizi, kavram ve kurumlarımızı eyleme geçirecek bilinç ve duyarlıklardan uzaklaşıyoruz. Başka bir dille konuşuyoruz, hangi anlam zemininde bulunacağımızı kestiremiyoruz, anlam ikiliklerinden özgürleşemiyoruz. Etkili, kültürel, düşünsel, entelektüel, edebi, estetik çerçeveler, tarzlar, eserler üretmeyi başaramadığımız için kültürel emperyalizmlere maruz kalmaya devam ediyoruz. Kendi İslami dünyalarımızı kurabilecek bir iradeye sahip olmadığımız için, İslam toplumları hep gerilim içerisinde, hep karmaşa içerisinde, hep huzursuzluk, bunalım ve istikrarsızlık içerisinde bulunuyor, Amerikan hayat tarzı ve dünya görüşü adına, toplumlarımıza her tür kötülük reva görülebiliyor. Çok kırılgan bir bağımsızlık iklimi içerisinde yaşadığımız için, kültürel hegemonyalara açığız. Direnerek, mücadele ederek bağımsızlık kazanmakla; bağımsızlıkların biçimsel olarak, başkaları tarafından bağışlanması birbirinden çok farklı şeylerdir.

Hayatlarımızı bir inanç/ahlak/değer sistemi içerisinde onurlu bir şekilde direnerek sürdürmek; ya da maddi dünyanın büyüsüne kapılarak, bütün erdemlere yabancılaşarak, şeyleşerek sürdürmek konularında nihai kararlılıklar gösteremiyor, nihai tercihler yapamıyoruz. Şeyleşmenin insani olmayan bir konuma mahkûm olmak anlamına geldiğini hatırlamalıyız. Her durumda, hakikatin ifadesi olmak gibi bir sorumlulukla karşı karşıya bulunan Müslümanların, teslimiyetçiliği, köleliği, edilgenliği, statükoculuğu seçmeleri asla kabul edilemez. Duygusal algı biçimleriyle bütünleştiğimiz, akılcı algı biçimlerine kayıtsızlığımız sebebiyle tutsaklıklarımız sürüyor, bir yenilgi kültürü ile uzlaşıyoruz. Alışkanlıklarına mahkum olan toplumlar, koşullara da mahkum oluyor. Geçmişçi saplantılarımız/bağnazlıklarımız sebebiyle, gelişmeleri/olayları çok geç algılamak gibi bir sorunumuz var. Siyasal /kültürel/düşünsel anlamda sistematik sömürgeleştirmenin nesneleri haline getirildiğimiz için, günümüz dünyasını etkileyemiyoruz, günümüz dünyasını etkileyebilecek metinler, fikirler, kadrolar üretemiyoruz. Günümüz dünyasını etkileyebilecek metinler üretmeyi başaramıyoruz, ancak, geçmişten intikal eden metinlerden etkilenmeyi sürdürüyoruz. Kültürel direniş bilinci oluşturamıyoruz. Modern siyasal kültür, rasyonel, çıkarcı, hesapçı, pazarlıkçı bir kültüre dönüşüyor. Bütün kültürlerin içi boşalıyor. Paranoyak ideolojik hezeyanlar sürekli olarak ötekilik stratejileri oluşturuyor.

Modern dünya, demokrasilerin, hırsızları /soysuzları, katilleri/işkencecileri/soykırımcıları/çeteleri/fahişeleri seçmelerinden asla her hangi bir rahatsızlık, tedirginlik ya da utanç duymazken; demokrasilerin, İslam’ı, İslami direniş hareketlerini seçmelerinden son derece rahatsız. Bu konuda en yeni örnek olarak Hamas örneği üzerinde önemle durulabilir. Hamas’ın İslami temellere dayalı olarak bir bağımsızlık ve direniş mücadelesi veriyor olması, Hamas’ın yalnızlaştırılması, etkisizleştirilmesi için yetiyor. Hamas’ın siyasal alanda yalnızlaştırılması, silahsızlandırılması yönündeki küresel propoganda, maalesef, Müslümanları, İslami cemaatleri bile etkileyebiliyor. Hamas’ı yalnızlaştırmak/yok etmek üzere Gazze’ye karşı girişilen, insanlık tarihinin en korkunç işgal/istila/yıkım stratejileri, katliam ve soykırım uygulamalarını önemsizleştirmek üzere batı dünyası ırkçı bir dil kullanıyor, ırka dayalı ideolojileri, ırk emperyalizmini, sistematik devlet terörünü, ideolojik aşağılamaları, her türlü tehciri, bütün İslam dünyasını tahkir etmeyi/incitmeyi/yaralamayı göze alarak sürdürebiliyor. Hamas’a yönelik, Filistin direnişine ve tüm direniş hareketlerine yönelik siyasal/ideolojik katliam batı dünyası ile büyük bir eşgüdüm içerisinde yürütülüyor. Her iki Batı, Amerika ve Avrupa, Gazze katliamlarını/soykırımı, Siyonist ırkçılığı/faşizmi açıkça ödüllendiriyor, Hamas’ı diz çökmeye zorlamak için her tür abluka ve kuşatmayla tehdit ediyor. Frantz Fanon’un deyişiyle “Yeryüzünün Lanetlileri” sayılmaya devam ediyoruz. Modern dünya, 20 nci yüzyıl boyunca Filistin halkına tahmil ettiği büyük acıları, trajedileri, büyük yalnızlıkları daha da derinleştirmek suretiyle 21 nci yüzyıla devretmiş bulunuyor. Bütün bu olup bitenlerden modernizmin korkunç bir ideoloji olduğunu anlıyoruz. Bu arada belirtmek gerekir ki, Hamas’ı siyasal olarak yalnızlaştırma girişimlerine, bu yolda programlanan siyasal/ideolojik katliamlara; “hoşgörü” yaklaşımını esas alan, kendi gündem ve tarzlarıyla, kendi liderleriyle, bu liderin kitaplarıyla büyülenen, son yüzyılın en narsist cemaati de destek verebiliyor. Her zaman ve her şartta muktedirlerin yanında olan bu cemaat ve benzeri cemaatler, İslam dünyasında oluşan direniş kültüründen, direniş bilincinden, direniş yaklaşımından son derece rahatsızlar. Muktedirlerin yanında saf tutanlar, teslimiyetçilikte karar kılmış bulunuyorlar.

Va hayfa, va esefa,

Kendi gündemleriyle/liderleriyle büyülendikleri için, farklı kitaplar okumayan, farklı isimleri takip etmeyen, farklı hiç bir yorum ve yaklaşımla ilgilenmeyen, farklı hiç bir etkinlik biçimini onaylamayan, tek boyutlu, tek çizgili yaklaşımların insanlığa kazandırabilecekleri hiç bir olumlu katkı olamaz.

Modern hayat ve siyaset tarzı, ahlaki yaklaşımların ve çözümlemelerin geçmişe özgü yaklaşımlar olduğuna inanıyor. Bugüne özgü yaklaşımların temelinde ahlakilik değil, kârlılık ve verimlilik var. Modern teknik gelişme ve ekonomik büyüme, insani varoluşu tehdit ederek sürüyor. Bilimin yerküre için tehdit haline geldiği bir dünya ile karşı karşıyayız. Modern zamanlara kadar, ortak insanlık fıtratının utanç verici olarak takbih ettiği pek çok şey, özellikle de cinsel serbestlik, modernizmin himayesi altında meşrulaştırılabiliyor. Burada, hayvanların fiziksel özelliklerini, cinsel ilişkilerini sergilemekten utanç duymadıklarını kaydetmek gerekir. Modern batı düşüncesi, bugün pek çok konuda, pek çok kavramla ilgili olarak çok bulanık fikirler taşıyor. Modernitenin bugün çaresiz kaldığı pek çok insani sorun var. Modernitenin, varoluşun/hayatın anlamı, değerleri konusundan başlayarak pek çok konuda dinin yardımına ihtiyacı var. Günümüzde, modernite tarafından cesaretlendirilen bireyci akılcılığın neden olduğu sorunlar, entelektüel dünyada tartışılıyor. Dini değerleri esas alan, aile değerlerini esas alan bir toplumsallaşma fikri batı toplumlarının yeniden gündemine giriyor. Modernite, bedenle ruhu, akılla sezgiyi, kamusal alanla özel alanı birbirinden ayırmanın neden olduğu gerilimleri yaşıyor ve bütün bu unsurları yeniden bir araya getirmenin ihtiyacını duyuyor. Modern bilim ve seküler dünya görüşü ruhla-beden arasındaki tamamlayıcı ilişkileri gerçekleştiremedi. Maddecilik de, maneviyatçılık da kendi başlarına var olamazlar, var olamamışlardır. İslam, maddi olanla, manevi olanı kapsıyor, bir bütünlüğe kavuşturuyor. Ekonomik/politik ideolojik tanımlarla düşünen günümüz toplumları, hiç bir alanda, entelektüel /felsefi/düşünsel/kültürel/hikemi özgün eserler üretemiyor. Kapitalist hayat tarzı sebebiyle toplumsal hayatın her safhasında, her tür ilişki biçiminde, büyük parçalanmalar, büyük yırtılmalar yaşanıyor. Siyaset, büyük kalabalıklara hitap ettiği için, büyük kalabalıkların ilgisine ihtiyaç duyduğu için kültürel konular, kültürel sorunlar ile ilgilenmiyor. Bugün, ahlak, adalet, sorumluluk temelinde şekillenen bir dil/düşünce/ fikir sistemi kurmak hayati önemi olan bir konu haline gelmiştir. Ahlaki kurallardan bağımsız bir toplum, varlığını teknik anlamda sürdürebilir; ancak insani anlamda sürdüremez. Günümüzde meşru olmayan cinsellik biçimlerini Papa sorgularken, İslami kurumlar susuyor. Kötülükleri teşhir edemiyor, sorgulayamıyoruz. İslami bütünlüklere yabancılaşıyoruz. İslam düşüncesini, felsefesini, tarihini tevhidi anlamda ve ümmeti kuşatacak şekilde yorumlayabilecek entelektüel üretim yapamıyoruz. İslami çevrelerde, aklı ikinci plana atan, sezgiyi birinci plana alan romantik görüşler etkili hale geliyor.

Anlık, günlük, sansasyonel, magazinel olaylarla sınırlı bir medya dünyası, korkunç bayağılıklar sergiliyor. Kontrol edilemeyen, sorgulanamayan dizginsiz hazcılık, modernliğin desteğini alarak, gelişmesini tahripkar bir biçimde sürdürüyor. Kitle kültürü, haz kültürü televizyon ve internet aracılığıyla her eve giriyor. Popüler kültür, toplumları aynılaştırıyor, içi boş klişelerden ve biçimlerden ibaret bir kültür halini alıyor. Bu kültürle bütünleşen toplumlar, kitleler, eleştirel ve bağımsız düşünme yetisini yitiriyor. Günümüz insanı rasyonelleştikçe ruhsuzlaşıyor ve bir kimlik kargaşası yaşıyor. Anlık zevklere, tutkulara hitap eden günümüz sanat anlayışı, kapitalist dünya görüşünün ve hayat tarzının hizmetinde. Günümüzde, sanat piyasa koşullarına, piyasa mantığına hitap ediyor, bu koşullara boyun eğiyor. Ruhsal yoksullaşmalara neden olan, ruhsuz ve sıradan bir kültür hayatı, moda’lar tarafından yönlendirilebiliyor, propoganda aygıtları tarafından kontrol edilebiliyor.

İnsani ilişkileri, eşyalar arası ilişkilere dönüştüren süreçler yaşıyoruz.

Her şeyi aklın tahakkümü altına alma saplantıları sürüyor, tek boyutlu bir varoluşun düşünülemeyeceği unutuluyor.

Günümüzde yaşanan katliamlar, soykırımlar, faşizmler, emperyalist işgal ve istilalar, toplama kampları, tehcirler, insani/ahlaki büyük erdemleri bilgelikleri içeren büyük kültürlerin öldüğünü gösteriyor.

Ahlaki değerler özelleşiyor.

İyi-kötü algısının, helal-haram algısının temelleri sarsılıyor.

İslam topraklarının, İslam kültür ve uygarlığına ait anıtsal yapıların/değerlerin hiç bir şekilde dokunulmazIıkları kalmamıştır.

 İslam topraklarının, İslam kültür ve uygarlığına özgü anıtsal yapıların dokunulmazlıklarının kaldırıldığı, kaldırılabildiği bir dönemde hiç bir iyimserlikten söz edilemez. İslam dünyası ülkelerinde kimi ailelerin bir sistem haline dönüşmelerini anlamak ve kabul etmek mümkün değildir. Müslümanlar olarak, kültürel güvenliğimizin kalmadığını itiraf etmeliyiz. Hayatın her alanında Avrupa merkezci bir söyleme maruz bırakılıyoruz. Sanat/edebiyat hayatı konformist bir tarzı/yolu /yöntemi benimsemiş görünüyor. Bugünün dünyasında, yalnızca Çin, Hindistan ve Japonya kendi kültürel özelliklerini, özgünlüklerini koruyabiliyor.

Medya kuruluşları büyük ölçüde ticari kuruluşlara dönüştükleri için, piyasa mantığına teslim olmuşlar, “bırakınız yapsınlar” anlayışı içerisinde kuralsızlığı seçmişlerdir. Medya dünyası, niteliksel bir düşüş yaşıyor. Medya sembolik bir iktidarı temsil ediyor, olayların yönünü biçimlendirmeye çalışıyor. Elektronik medya döneminde artık her hangi bir ilişki ve eylem için ortak bir mekânda buluşmak gerekmiyor. Medya kültürü tüketimciliği kışkırtıyor. Elektronik medya iletişimi küreselleştiriyor. İnternet olumlu amaçlar için, kullanılabileceği gibi, olumsuz amaçlar için de kullanılabiliyor, Televizyon yeni bir hayat tarzı oluşturuyor. Farklı boyutlarda, farklı şekillerde, tanımlanması güç, karmaşık dönüşümler geçiriyoruz. Kötülükler ve sapkınlıklar değil, ahlaki tercihler sorgulanıyor. Müslümanlar liberal kültürle tanışıyor, buluşuyor ve bütünleşiyor.

Aziz İslam’ı bir bütünlük bilinci içerisinde hayata ve tarihe kazandırmak gibi çok onurlu bir sorumluluğu üstlenenler, bulundukları her yerde, Ümmet’e özgü bütün hassasiyetleri temsil edebilecek yeni düşünsel, kültürel, entelektüel merkezler oluşturmak zorundadır. Kendi kendimizi özgürce tanımlama yeteneğimizi yeniden kazanmamız gerekir. Aklımızın, kalbimizin ve bilincimizin bütünlüğü her bakımdan çok önemlidir. Bilinçsiz akıl gibi, ahlaksız bir akıl da sorunludur. Akılsız bilinç gibi, ahlaksız bir bilinç de eksiktir. Din’i hayat tarzıyla, akılcı çözümlemeleri karşı karşıya getirmenin anlaşılabilir bir yanı yoktur. Bireycilik insanı her tür aidiyet duygusundan uzaklaştırarak yalnızlaştırır.

Statükoların ve muktedirlerin himayesini seçmek, teslimiyetçiliği bir kader haline getirmenin sonucudur.

Aziz İslam’ın, 10 ncu yüzyıl sonrası dönemde resmi yorumların sınırları içerisine hapsedilerek, dondurulmasıyla birlikte; her tür yenilenmeye karşı anlaşılamaz bir muhalefet oluştu. İspanya, (1492) Viyana (1529-1685) ve İnebahtı Deniz Savaşı yenilgileri sonrasında, Batı kapitalizminin yayılışı, sömürgeciliğin tarihe giriş süreçlerine İslam Dünyası gerekli yanıtları veremedi. Osmanlı imparatorluğunun dağılmasıyla birlikte yaşanan siyasal çöküş; küresel kapitalizmin dönüştürücü etkilerinin İslam toplumlarında somutlaşması, toplumlarımızı yeni bir kuşatmayla karşı karşıya getirdi. Bu kuşatmaya ilk tepkiler, Mısır’da ihvan-ı Müslim’in, Pakistan’da Cemaat-i İslami ile ortaya çıktı. Sözünü ettiğimiz bu cemaatler sınırlı bir alanda etkilerini sürdürüyor olsalar da; yapısal dönüşümler gerçekleştirmeyi başaramadılar. Bu hareketler, İslam toplumlarının karşı karşıya bulunduğu düşünsel, kültürel, siyasal ikilemleri aşamadılar. Yapısal dönüşüm, modern tarihte, İran’da İslam Devrimi ile birlikte gerçekleşti. Hac, İslami küreselleşmenin en elverişli zemini iken; bu zeminde hiç bir siyasal tavra, duruşa, eyleme izin verilmiyor; dolayısıyla. Hac’dan hiç bir şekilde bir siyasal irade, sorgulama çıkmıyor, Ulus-devletler ve seküler milliyetçilikler tarafından Ümmet sayısız parçaya bölündüğü için, Hac duygusal bir ibadet biçimi olarak yaşatılıyor. Müslümanlar, kişisel ibadetlerini yerine getirme özgürlüğü dışında hiç bir özgürlüğe sahip değiller. Her toplumda Müslümanlar resmi korkuların nesnesi haline getirilmişlerdir. Her türlü korkunun nesnesi haline getirildiğimiz için, kitabi olmayan bir din anlayışı, fıkhi temelleri/kaygıları bulunmayan bir din anlayışı hayatımızda yer bulabiliyor. Şeriat’a ilişkin temel ölçütlere yabancılaşan tasavvufi hareketler artık yalnızca psikoterapi gruplarının işlevlerine benzer işlevleri yerine getiriyor. Akli ölçüleri içermeyen, ruhsal dindarlık biçimleri cesaretlendiriliyor. Eleştirel denetim yapma yeteneğimiz, sorumluluğumuz, geleneğimiz olmadığı için, her cemaat kendine özgü bir yol tutturabiliyor. İslami çevrelere arız olan, kişi kültü, Müslümanları, bütüncül İslami yaklaşımlardan uzaklaştırıyor. Bir Müslüman’ın varoluşunu bir tek kişinin birikimi ve yaklaşımı ile sınırlandırması kadar büyük bir bağnazlık ve fanatizm olamaz. Müslümanlar kült kişilerde olağanüstü/olağandışı ilahi nitelikler vehmediyor. Kendilerinde olağanüstü/olağandışı nitelikler olduğu düşünülen kişiler, bu düşünceden hareketle, özel egemenlik, saltanat, iktidar, ayrıcalık ve otorite biçimleri oluşturuyor. Bu tür egemenlikler, saltanatlar çok yoğun, çok aşırı, ölçüsüz, duygusallıklarla, kitlelerin dini duygularını harekete geçiriyor, İslami ilkeler, ölçüler ve yasalar yerine, kişilere itaat kimi dini tevillerle meşrulaştırılıyor ve kesinlikle sorgulanamıyor. Özel egemenlik/otorite biçimini gerçekleştirerek, izleyicilerinin mutlak itaatlerini sağlayanların yanlış eylemleri, yanlış tercihleri hiç bir şekilde eleştirilemiyor, tartışılamıyor. Sözünü ettiğimiz egemenlik biçimlerine sahip olanların yanlış eylemlerinde, yanlış tercihlerinde her durumda bir “hikmet” aranıyor, bir “hikmet” bulunabiliyor. Özel egemenlik ve saltanat biçimlerini gerçekleştirenlerin bu egemenliklerini kesintisiz bir şekilde sürdürebilmeleri için, haklarında sistematik bir biçimde menkıbe ve keramet üretilmesi gerekiyor. Günümüzde bu ihtiyaca cevap vermek üzere her cemaat kendi çapında bir menkıbe/keramet/rüya/hamaset atölyesi ya da fabrikası oluşturmuştur. Menkıbe/ keramet imalatı bugün bir endüstriye dönüşmüştür.

Ne yapmaları gerektiğine bir türlü karar veremeyen topluluklar, sürekli olarak kendilerini tekrar etmek zorunda kalırlar. Her hangi bir cemaat, her hangi bir topluluk ve hareket, temelsiz bir üstünlük duygusu ile bütünleştiğinde, her hangi bir toplum ve devlet, üstünlük ideolojisi ile hareket ettiğinde, kendi kendisinin ufkunu kapatmış olur, kendisinden başka bir cemaati, kendisinden başka bir toplumu ya da devleti göremez hale gelir. Fikirlerle değil, sloganlarla yönetilen bir tarih her zaman bitip tükenmeyen çatışmalara sahne olur. Sloganlarla yönetilen modern ideolojik tarih, Müslümanlar için bir kabus haline gelmiştir. Adaletsiz ve barbar bir tarih dönüştürülmesi gereken bir tarihtir. Irkçı yalanlarla, ideolojik yalanlarla tarihe vaziyet edilemez, tarih belirlenemez.

İslam toplumlarının her alanda devrimci dönüşümlere ihtiyacı var. Irak’da, Afganistan’da, Filistin’de, Gazze’de, direniş hareketleri/mücadeleleri emperyalizme, faşist Siyonizme mahkum olmadığımızı kanıtladılar. İslam toplumlarında yaşanan siyasal felç/zillet durumunun, İsrail’e hayat verdiği unutulmamalıdır. Tek bir topluluk olarak, Ümmet olarak bir araya gelme ahlakını, bilincini, sorumluluğunu yeniden, bir kez daha harekete geçirebiliriz. Hizipçi, ırkçı, mezhepçi narsisizmlerin tutsağı olmayan herkes böyle bir harekete bütün bir varlığıyla katılabilir. Kendilerini aziz İslam ailesinin, değerlerinin, kaygılarının, sorumluluklarının bir parçası sayanlar için, her tür etnik aidiyeti, mezhep aidiyetini, ülke aidiyetini aşmak bir sorun teşkil etmeyecektir. Bir bencillik çağında, bencil olmayan tercihler yaparak, tarihin dikkatini çekebiliriz, gidişata dur deme iradesi gösterebiliriz. Bencillik çağından sorumluluk çağına geçebilmek için büyük fikirler, büyük kültürler ve büyük bilgelikler gerekir. İslamın büyük fikirler, büyük kültürler ve büyük kültürlerle tarihi dönüştürmeyi başardığını hatırlamalıyız. Bir kent dini olarak tarihe giren İslam sadeliğiyle tarihi etkiledi. Kent kültürü bir uygarlığın varlığına işaret eder. Hiç bir bağnazlık/bencillik/aşırılık kent din’i olan İslam’a yakışmaz, yakıştırılamaz.

Karşı karşıya bulunduğumuz trajediler bir kader olamaz. Ortak bir bilinç, ortak bir kültürü, ortak bir kültür ortak bir dayanışma zeminini gerekli kılar. Bu ortaklıklar sağlanamadığı takdirde, kolektif bir irade oluşturulamaz.

İnsanlığın dünyası, modernist/postmodernist/rasyonalist/ seküler dünyaları/dünya görüşlerini/hayat tarzlarını, bütün tezahürleriyle yaşayarak tecrübe etti. Sözünü ettiğimiz dünya görüşlerinin, hayat tarzlarının sömürgeci ve ırkçı bir dünya oluşturduğunu hepimiz yaşayarak gördük. Modern bilim de, modern kavram ve kurumlar da, rasyonalite de, sınırsız bir biçimde halen ideolojik amaçlarla kullanılıyor. Bütün bu olup bitenler ahlaki bir dünyayı, adil bir dünyayı, daha iyi bir dünyayı imkansız kılıyor. Kapitalist hayat tarzı ve düşünce biçimi çok kaba, çok küstah ve çok duygusuz ilişki biçimleri oluşturuyor. Bedensel ve zihinsel anlamda insanları sömüren, maddi ve fiziksel tatmin için insanların hayatlarına el koyan kapitalist hayat tarzı, hepimizi kalbimize yabancılaştırıyor. Kapitalist dünya, insanlığın bütün imkânlarını, teknik gücün, sanayi gücünün üstünlüğü için harcıyor. Sanayi gücünün üstünlüğüne inanan bir sistem, insanı bir istatistik malzemesi olarak görüyor.