İ'cazul Kur'an İlmi

İ’caz, za'f mânâsına gelen a'cz kökünden if’âl vezninde bir masdardır. Bir kimsenin aczini ortaya çıkarmak, birini aciz kılmak veya aciz bulmak demektir (Ragıp, ACZ md.; Zebidî, ACZ md.).
08/03/2008


Kur’ân–ı Kerim’de, bu anlamda acz kökünün fiil ve isim şekli kullanılmıştır. Meselâ:“Ne göklerde, ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur.” (Fâtır/35: 44) veya “siz Allah’ı âciz kılacak değilsiniz” (En’âm/6: 134) âyetlerinde böyledir.



Fakat bu kökün İslâm’da çok önemli iki dinî terim teşkil edecek olan i’caz masdarı ile onun ism–i faili olan mûcize kelimeleri Kur’ân’da geçmez. İ’cazın, “Hz. Muhammed'in (s.a.s.) nübüvvet iddiasını doğrulamak üzere, onun meydan okuması ile birlikte olarak, Kur’ân’ın benzerini getirmekten beşeriyeti âciz bırakma” şeklindeki ıstılah mânâsının (Suyutî, 2:116) ortaya çıktığı zamanı belirlemek zordur (Hımsî, 7). 4/10. asırdan itibaren yapılan müteaddid tarifler, kayda değer farklılık arzetmez. İ’caz kelimesi 3/9. asrın ikinci yarısından itibaren yayılmaya başlamış ve bu asrın sonlarında “belâgatça erişilmesi imkânsız” mânâsını ifade eder olmuştur (Encyclopedie de l’Islam, 3:1044). Üçüncü asrın başlarından kalan konu ile ilgili kitaplarda (Ali İbn Rabben et–Taberî’nin ed–Dîn ve’d–Devle fî İsbati’n–Nübüvve kitabı gibi) bu terime rastlanmaması, lâfzın yokluğunu değilse de, yaygın bir terim olmadığını gösterir. 4/10. asrın başlarında peygamberlerin nübüvvetini te’yid etmek üzere gösterdikleri ve benzerini yapmaktan beşeri âciz kılan harika şeyler hakkında mûcize terimi yaygınlaşıp eş anlamlısı olan âyet, burhan, sultan kelimelerinin kullanılışı hayli sınırlanmıştır (Hımsî, 8). Bazı araştırmacılar beşerin Kur’ân’ın benzerini getirememesi hakkında önce a’ceze fiilinin, sonra masdar şekli i’caz’ın kullanıldığını, kelimenin bilâhare, peygamberlerin gösterdikleri olağanüstü icraat yani mûcize mânâsını kazandığını söylerler (Hindî, 219).



Şunu hatırlatmakta fayda vardır: Kur’ân’ın meydan okumasında muarızlarından istediği nazire, Kur’ân’a aynen benzer bir kelâm değildir. Zaten bir edip tarafından söylenen söze tamamen benzer söz söylemenin imkânsızlığı ortadadır. İstenen bu olsaydı her çıkan diyebilirdi ki; “İşte ben de bir söz söylüyorum. Benzerini söyleyin bakalım!” Kur’ân’ın muarızından istediği şudur: “Tarzı ve usûlü ne olursa olsun, mizacı ne olursa olsun, sahibinin güzel bulup söyleyeceği bir kelâm.” Öyle ki, beyan üstünlüğünün kriterleri ile ölçüldüğünde Kur’ân’la at başı yürüyen veya ona yaklaşan bir kelâm olsun. Yani Kur’ân’ın beklediği yaklaşma, edebiyat yarışmalarında aranan yaklaşmadır (Draz, 115–116).



İ’caz hususunda hatıra gelen sorulardan biri de şudur: “Kur’ân’ın Allah kelâmı ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) O’nun elçisi olduğuna inanıyoruz, fakat bunların doğru olması için Kur’ân’ın mu’ciz olması şart mıdır?” Bu konuyu incelerken önce şu iki gerçeği göz önünde bulundurmak gerekir:



1– İ’caz–ı Kur’ân, Hûd, 13–14, İsrâ, 88 gibi tehaddî âyetleri denilen, meydan okuyucu âyetlerin bildirdiği üzere, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Allah’ın resûlü ve Kur’ân’ın da O’nun kelâmı olduğunun delilidir. Bu âyetler, Kur’ân’ın lâfzı, nazmı ve beyanı ile tehaddî etmekte, yani meydan okumaktadır.



2– Bir sözün Allah kelâmı olması, zarurî olarak mu’ciz olmasını gerektirmez. Nitekim Tevrat, İncil, Zebur da Allah kelâmı oldukları hâlde, i’caz vasıfları zikredilmemiştir (Suyuti, 2:118). Araplar ifade sanatında maharet kazandıklarındandır ki, Kur’ân’ın hakkaniyetini, sırf onu dinlemekle bilmeleri istenmiştir. Şu hâlde mu’ciz Kur’ân, nübüvvetin kesin delilidir; fakat nübüvvetin sıhhati Kur’ân’ın i’cazının delili değildir. Kur’ân’ın i’cazını incelemede gerek teoride gerek uygulamada, bu iki hususu birbirine karıştırmak, birbirinden ayırt etmemek, mazide ve hâlde şiddetli karışıklığa yol açmıştır. Hatta “İ’caz–ı Kur’ân ilmi”nin ve “Belâgat ilmi”nin ulaşmaları gereken noktanın gerisinde kalmalarına sebep olmuştur (Şakir, 17–18).



Demek ki Kur’ân, kendi ifadesi içinde, beşer kelâmı olmadığına dair yeterli delil taşımaktadır. Yoksa sırf Kur’ân’ı okuma sebebiyle Arap müşriklerinin bu gerçeği ikrar etmelerini istemenin mânâsı olmazdı.



İ’caz’ın esas sebebi







Kur’ân beşerin ifade vasıtası olan dili kullanıp, o dilde mevcut kelimelerin dışında bir vasıtası bulunmadığı hâlde bu i’cazın esas sebebi ne olabilir? Bu soruya şöyle bir cevap düşünülebilir:



Sözdeki belâgatın esasını, lâfzın mânâya mutabık olması teşkil eder. Bu da, o sözün sahibinin zihnine, dilde mevcut konu ile ilgili bütün kelimelerin bir anda gelmesine bağlıdır ki, kasdettiği mânâya en uygununu seçebilsin. İşte ifadenin belâgat, güzellik ve etki nisbeti, lâfzı meydana getirme, yani ifade tarzındaki maharetin yanısıra, o mânâ ile lâfzın arasındaki uygunluk derecesinde olur. Ne var ki insan, şu iki sebepten ötürü bu uyumu kemal derecesinde gerçekleştiremez:



1– Mânâlar ifade kalıplarından daha zengindir. Lâfızlar mânâları, duyguları, tasavvurları ifade etmekte fakir kalır.



2– Dillerde, özellikle Arapça’da eş anlamlı kelimeler, nüansları ifade eden lâfızlar pek çoktur. İnsan, bunların hepsini bir anda zihninde toplayamaz.



Bu noksanlarla malûl olmayan hiçbir edip ve şair yoktur. Kur’ân’ın sahibi, beşer değil, beşerin Rabbi olup, o da bu iki noksandan uzak olduğundandır ki i’caz vasfını haiz olmuştur. Demek ki, sarfe iddiası batıl olup, Kur’ân zatında mu’cizdir (Butî, 135–139).



İ’caz, Kur’ân’ın bizatihi beyanında bulunup, gerek Arap dilinde olan edebî nevilerden ve gerekse diğer dillerdeki ifade tarzlarından farklı olmasındadır.



Kur’ân’ın meydan okuduğu ilk muhataplar beşer kelâmı ile, beşer kelâmına ait olmayanı ayırd edecek kapasitede idiler.



Öyle ki, muhataplara biraz daha mühlet vermek için, istenen nazirenin Kur’ân gibi hakikatler, güzel fikirler, doğrular ihtiva etmesi de şart koşulmamış, insanları etkilemede Kur’ân’ınkine benzer bir tesir icra etmesi şartıyla rastgele fikirlerle, uydurmalarla dolu olmasına bile müsamaha gösterilmiştir (Hûd/11: 13).1



Arap ediplerinden en kolaylarına gelen şey istendi. Onlar bundan âciz kaldıklarından, kendileri için en zor, en tehlikeli yolu seçtiler, yani dünyada beceriksizlik, akılsızlık, savaş, mağlûbiyet, âhirette ise ebedî azap tarafını tercih etmeye mecbur kaldılar. Bu i’cazdan maksat “tehaddîye konu teşkil eden i’caz”dır. Kur’ân’ın beyan tarzının beşerin beyan tarzından farklı olduğunu anlayıp, böylece Allah’ın kelâmı olduğuna hükmetmelerini sağlayan i’cazdır (Şakir, 22). Yoksa Kur’ân’ın bundan başka: gaibden haber verme, fennî keşiflere işaret etme, mükemmel teşrî sahalarından olan i’cazı da (gaybî i’caz, fennî i’caz, teşrîî i’caz) vardır.



Kur’ân, müşrik Arap ediplerini, gururlarına dokunup kızdırarak meydana çağırmış, gitgide kolaya doğru, muhtelif safha ve şekillerde bu teklifini tekrarlamıştı: Kur’ân öylesine kızdırıyordu ki, bu tahrik en gayretsiz bir şahsın bile öfkesini alevlendirmeye yeterdi. Bilindiği üzere kızgınlık ve heyecan beliğ, etkili ifadenin başlıca vesilelerinden biridir. Şöyle ki, evvelâ; 1– Tamamının benzerini;2 2– Sonra on sûrenin benzerini;3 3– Müteakiben bir sûresinin benzerini;4 4– Daha sonra da bir sûresinin, her hangi bir yönden benzeri olabilecek bir naziresini yapmaya çağırmış5 ve her defasında diledikleri herkesten yardım alabileceklerini söylemiştir. Bu son mertebeye işaret etme şerefi M. Draz’a aittir. Onun dediği gibi, daha önceki Mekkî döneme ait aşamalarda mislehû diye benzeri teklif ediliyordu. Nüzul sırası bakımından da, konu ile ilgili en son âyet Bakara 23 âyetinde teb’iz ifade eden min mislihî buyurulmuş, böylece tahdîdî bir nazire değil, takrîbî bir nazire de olabileceği bildirilmiştir. Yani “Sizden tam bir nazire istemiyorum, bilâkis herhangi bir cihetle kayıtlı olmaksızın, herhangi bir şekilde benzer söz getirmeniz bile yeter” denilmiştir (Draz, 101). Kur’ân’ın mu’ciz olan, yani i’cazının ortaya çıktığı miktarı, kısa da olsa bir sûredir. Zira en sonki tehaddî âyeti (Bakara/2: 23) bir sûre istemiştir. Yoksa ne Mu’tezile’nin dediği gibi Kur’ân’ın tamamı, ne de bazılarının dediği gibi, sûreden az da olsa Kur’ân denilebilecek mikdardır (Zerkanî, 2:334).



Kur’ân’a nazire getirilemeyişini, Müslümanların cumhuru bizatihi i’caz olarak izah ederken, bazıları, sonradan sarfe nazariyesi denilen bir tarzda açıklamışlardır. Şunu unutmamak gerekir ki, tehaddînin konusu, Allah’ın kadîm sıfatı değil, kadîm sıfata delâlet eden lâfızlardır (Suyuti, 2:118).



Sarfe nazariyesi





Sarf, menetme mânâsına gelip, ıstılah olarak, “Aslında, Kur’ân’a nazire yapmaya muktedir olan nüzul asrındaki Arap ediplerinin Allah tarafından bir müdahale ile engellenmeleri” demektir. Bu fikri asıl geliştirip bir teori hâline getiren Ebû İshak en–Nazzam (ö. 220/834)dan sonra ise de, bazıları Ca’d b. Dirhem, Benan b. Sem’an vasıtasıyla, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu iddia eden Lebîd İbnu’l–A’sam adlı bir Yahudiye çıkarırlar (Rafiî, 143–144). Bazılarına göre ise sarfe fikri Hint menşelidir (Müslim, 52). Sarfe fikri, Kur’ân’ın bizzat kendisinde mevcut olan i’caz vasfını red mânâsını ihtiva ettiğinden, Sünnî âlimler bu nazariyeyi şiddetle reddetmişlerdir. Hatta sarfe iddiası, Mu’tezile arasında yayılmasına rağmen, Mu’tezile’den de bazıları bu iddiayı çürütme işini üzerlerine almışlardır.



İbn Hazm i’cazı, biraz farklı şekilde anlar. O’na göre i’caz hem Kur’ân’ın nazmında, hem de gaybdan haber vermesindedir (İbn Hazım, 3: 16). Fakat nazmında olması, insanlarca bilinen en ileri belâgat düzeyinde olmasından ileri gelmez. Zira o seviyeye insanlardan edipler de ulaşabilir. İbn Hazm, Kur’ân’ın, “Allah’ın, kelâmı ile dilediği tesiri meydana getirmesi” mânâsında olarak en ileri belâgat (tesir) düzeyinde olduğunu kabul eder, yoksa bu belâgatın ediplerin sözlerini değerlendiren kıstaslarla olduğunu kabul etmez. Misal olarak der ki: “Huruf–u Mukatta’a bir insan kelâmında olsa beliğ sayılmaz, Allah’ın kelâmında beliğdir. Şu hâlde i’caz Allah’ın, onun mislini yapmaktan men etmesi, ona i’caz libasını giydirmesindendir. Bir sözü Allah söyleyip kendi kelâmı kılınca, o mu’ciz hâle gelir” (a.g.e. 18–19). Fakat burada şu hususu belirtmek gerekir ki, huruf–u mukatta’a, Kur’ân’da aldığı yer, yüklendiği mânâ ve fonksiyon ile de mûcizedir. Bir beşer, o harfleri harfler olarak zikretmez;

zikretse Kur’ân’ın onlara verdiği mânâ ve fonksiyonu veremez.





Meselâ, Câhız, üstadı Nazzam’dan biraz etkilense de, o da cumhur gibi, yani "Kur’ân belâgat bakımından birinci derecededir, misli gelmemiştir" fikrindedir (Rafiî, 143–144). Fakat Cahız’a göre sarfe, yani engelleme işi, aslında mu’ciz olan Kur’ân’a rekabet işinden mendir. Bu menden maksad da avamdan olan kimselerin yanılmalarını önlemektir (Câhız, 4:31; Hatîb, 368–369). Mu’tezile’den Kâdı Abdülcebbar da sarfe nazariyesini reddedenlerdendir (Abdülcebbar, 16:247).



Sarfe’yi aslında şöyle değerlendirmek de mümkündür: Bu fikir bazılarının ileri sürdüğü üzere, Kur’ân’ın değerini düşürme, yoldan sapma değildir. Özünde sakladığı za’f olmasaydı, Kur’ân’ın kelâmullah olduğunu ispatlamakta daha kesin olduğu da söylenebilirdi (Zarzur, 232). Zira insanların aslında yapabilecekleri bir şeyi yapmaktan menedilmelerinde âşikâr bir mûcize vardır. Isbahani, tefsirinde: “İ’caz iki nevidir: 1– Kur’ân’ın zatında olan i’caz, 2–İnsanların nazire yapmasına engel olmakla ortaya çıkan i’caz” der (Süyuti, 10–11). Fakat âlimlerin ekserisi, sarfe ile i’cazın ispatlanmasını kolaycı bir yol görüp, Kur’ân’ın belâgatını incelemeden yan çizme veya becerememe şeklinde değerlendirdiklerinden, sarfe görüşünü benimsememişlerdir.



Üçüncü asrın başlarında çoğu Mu’tezilî olan bazı kimselerin: “Kur’ân’ın fesahatı mu’ciz değildir.”, iddiası yayılınca âlimler, halkın şüpheye düşeceğini görüp Kur’ân’ın fesahatı, nazmı hakkında müstakil kitaplar yazmaya koyuldular. Zannımıza göre, yazdığı Nazmu’l–Kur’ân adlı eseri (İbnü’n Nedim, 210) ile i’cazdan ilk bahseden müellif olan Câhız (ö.255/868) başta olarak bu konuyu işlediler. Câhız bu eserinde, Kur’ân’ın çok zengin mânâları az lâfızla ifade eden üstün beyan tarzını tanıtmak istemiştir (Rafiî, 151). Bu kitap bize ulaşmadı ise de, Kitabu’l–Hayavân, el–Beyân ve’t–Tebyîn gibi kitaplarında ona bazı işaretlerde bulunmaktadır (Müslim, 40–41; Kitabü’l–Hayavân, 4:89).



Ehl–i Sünnet âlimlerinin, sarfe görüşüne yönelttikleri reddin genel çerçevesi şudur:



1– Onlar, Arap edebiyatındaki ifade üslûplarına (şiir, hutbe, mensur kelâma) yönelmiş, onlardan örnekler almış, onları belâgat yönünden incelemiş, onlardaki mecaz, teşbih, istiare, kinâye, seci, tazmin gibi edebî sanatları incelemiş, sonra bunları Kur’ân ifadeleri ile karşılaştırıp, Kur’ân’ın belâgatının beşer takati üzerinde olduğunu göstermeye gayret etmişlerdir (Müslim, 63).



2– Kur’ân’ın beyanında lâfızların nasıl seçildiğini, çok mânâyı az lâfızla ifade etme özelliğini, bu ifade tarzının beşerinkinden tamamen farklı ve üstün olduğunu göstermişlerdir.



Tehaddînin cevapsız kalacağının bildirilmesi





Kur’ân, nazire getirilmesi konusunda nüzul asrındaki ediplere meydan okumakla kalmamış, böyle bir nazirenin ebediyen getirilemeyeceğini de (Bakara/2: 24) kesin bir ifade ile ilân etmiştir. Şâyet Kur’ân bir beşerin sözü olsaydı, onun Sahibi asla böyle bir iddiaya girmezdi. Zira, onu inzal asrında piyasada en rağbet gören eşya, söz sanatı idi. Kendisini göstermek isteyenler, maharetlerini bu alanda ortaya koyuyorlardı. Söylediği sözün mânâsını bilen bir Arap asla böyle bir iddiada bulunmazdı. Zira Arap edipleri arasında edebî yarışma kapısının ardına kadar açık olduğunu ve fikrini işleten bir rakibin, tamamlayacağı bir eksik, dolduracağı bir boşluk veya daha mükemmel hâle getireceği bir kemal bulmakta güçlük çekmediğini tecrübe ile devamlı surette bilip görmekte idi. Bunu yapmak, üstelik kıyamete kadar gelecek nesilleri, hattâ bütün ins ve cinni karşısına almak ve bu hükmü vermek, ancak semadan gelen haberle, ilâhi kudretin te’yidi ile kucağını dolduran bir elçinin işi olabilirdi (Draz, 48–49).



Bazı müsteşriklerin yanlışları





İ’caz bahsi, batılı oryantalistlerin ya peşin hüküm veya ilmî yetersizlikleri yahut kasden anlamak istemeyişleri yüzünden açıkça yanlış anladıkları konulardandır. Bu yanlış anlama onların çoğunda görüldüğünden, oryantalistlerin ortak eseri durumunda olan İslâm Ansiklopedisi’nin yeni neşrinde de bu yanlış anlamanın devam ettiğini görüyoruz. İddiaya göre, “İ’caz kavramı, mûcizeleri bulunmayan Hz. Muhammed’e mûcize bulma ihtiyacından” doğmuştur. Bu da vahyin olağanüstü bir mahiyet, bir cevher taşımasını gerektirmiştir (Encyclopedie de l’Islam, 3:1044). Halbuki bu hususta gerçeği görmemenin hiçbir izahı olamaz. Zira, Peygamberimiz’in tevatüren gelen çok sayıda başka mûcizesi de bulunması bir yana, Kur’ân Mekke döneminde meydan okumuş, Medine’de de bunu devam ettirmiş olup, bununla ilgili âyetler bizzat Kur’ân’da vardır. Demek ki, Kur’ân i’cazından o kadar emindir ki, muarızlarını en mahir oldukları bir alanda rekabete davet etmiş, meydan okumuş ve aczlerini tescil ettirmiştir. Vahyin başlangıcından beri mevcut olan i’caz kavramı nasıl olur da inkâr edilebilir? Müslümanların hicri 3. asırdan itibaren yaptıkları, zaten mevcut olan bu i’cazın izahını yapmak, unsurlarını göstermek ve teknik tabirlerle öğretimini yapmaktır.



Bir diğer yanlış ise şudur: “Kur’ân, Arap müşriklerine meydan okudu. Madem ki onlar öfkelerine, kinlerine ve edebiyatta en ileri derecede olmalarına rağmen meydana çıkamadılar. Öyleyse Kur’ân mûcizedir.” diye düşünüldü (a.y.). Müslümanlardan da böyle düşünenler olmuştur. Bu düşünce, i'cazı idrak etmeyi tamamen taklit meselesi hâline getirmekte ve otorite deliline bağlı kalarak dogmatik bir zemine götürmektedir. Oysa Kur’ân’ın meydan okuması nüzul asrı ile sınırlı değildir (İbn Hazm, 3:16; Rafiî, 139; Hımsî, 15; Mühenna, c. 57 s. 1277–1283). Arap belâgatının en ileri derecesinin o asır olması da şart değildir. Ondan sonraki asırlarda daha da gelişmiş, zenginleşmiş olduğu da söylenebilir. Kur’ân’ın çağrısı nüzul asrından kıyamete kadar geçerlidir ve cevapsız kalmıştır. Yoksa Müslümanlar nezdinde i’cazın başlıca delili, nüzul asrındaki ediplerin nazire getirememiş olmaları değildir. Bu oryantalistlerin hatası, bundan sonraki safhada katmerli hâle gelmektedir. Şöyle ki: Müslümanlarca delil olmayan deminki “Arap ediplerinin cevap veremeyişini” güya delil gibi gösterip, sonra da o delilin bir başka çürük tezle desteklendiğini ileri sürmüş, şöyle ifade etmişlerdir: “Fakat bu ârızi ve sübjektif delil kabil–i cerh olduğundan tehaddiye, sarfe doktrini ilâve edildi. Böylece bizatihi i’caz fikrinden vazgeçiliyor, aslında Arap ediplerinin nazireye güçlerinin yettiği, fakat sırf ilâhi engelleme sebebiyle bunu gerçekleştiremedikleri ileri sürülüyordu” (Encyclopedie de l’Islam, 3:1044).



Halbuki ne birinci argüman, ne de güya onu telâfi için ileri sürülen yedek argüman, Müslümanların sahip çıktığı delil değildir. Bilâkis şiddetle tenkit edilmişlerdir. Birkaç Mu’tezilî’de İslâm’ın temsilciliğini görme, esasen bazı oryantalistlerin kendilerini kurtaramadıkları bir hastalıktır.



Oryantalistlerin bir başka yanlışı da, Sünnî Müslümanların Kur’ân’ın mahlûk olmadığına inanmaları, i’cazını böylece izah etmeleri, böylece de Hıristiyan inancına yaklaşmaları iddiasıdır (a.g.e., 3:1045). Halbuki Müslümanlar Allah’ın Kelâm sıfatına inanmakta ve onun Kur’ân’daki tecellisini, i’cazı olarak görmektedirler. Bu bir dogma değil, tarihen tescil edilmiş on dört asırlık bir gerçektir.





Nazire Denemeleri





Asr–ı Saadet’te Müseylime, daha sonra Ca’d b. Dirhem (ö.105/723), Abdullah İbnu’l–Mukaffa (ö.140/757), Beşşar İbn Burd (ö.166/783), Salih İbn Abdulkuddüs, Ebu’l–Atahiyye (ö.213/828), İbnu’r–Ravendi (ö.250/864), el–Maarrî (ö.449/1054) ve el–Mütenebbi (ö.354/964)’nin muaraza etmeye yeltendikleri (Abdü’l–Alîm, 229–230) bildirilir. Rafiî ve daha başkaları bu iddiaları ciddî bulmazlar (Rafiî, 180–187; Bûtî, 130–134). Nazire diye ileri sürülen metinler, Kur’ân’ın karşısında çok sönük kalmaktadır. Ya bunların nisbetleri sahih değildir, yahut Kur’ân’a cephe aldıklarından dilleri tutulmuş, aslında güzel ifade sahibi olmalarına rağmen başarısız olmuşlardır.



İ’cazın sırf lâfzî bakımdan ele alınması 20. asırda bazı tenkitlere de yol açmıştır. Bu fikre göre, Kur’ân’ın asıl i’cazı, ihtiva ettiği evrensel prensiplerde, fert ve toplumlarda geçekleştirdiği inkılâplardadır. Kur’ân’ın i’cazı, modern çağda ustaca yapılan bir tanıtma ve duyuru mesabesindedir. Muhatapların kulaklarını, gerek ferdin psikolojisinde, gerek toplum bünyesinde gerçekleştireceği inkılâplara hazırlama, söylenecek önemli fikirlere dikkat çeken bir mukaddime olma durumundadır. Kur’ân Arap olmayanlara da nazil olmuştur. Onlar ise Kur’ân’ın edebî güzelliklerini idrak edemezler. Onu prensip ve tatbikatlarından tanıyabilirler. Meselâ: “Allah katında sizin en değerli olanınız, en muttaki olanınızdır.” gibi evrensel prensiplerle tanırlar (el–Alîm, 183–185).



Bu fikrin elbette değerli tarafı vardır. Fakat Kur’ân’ın meydan okuması başta nüzul asrındaki muhatapların güçleri dahilinde olan bir nazire getirme hususunda idi. Yoksa Kur’ân muhtevasında ortaya çıkan mükemmellikle onları mükellef kılmamıştır. Şu hâlde daha önce yaptığımız ayrımı burada da hatırlatmak gerekir: Kur’ân’ın tehaddîye esas teşkil eden i’cazı lisan yönündendir. Fakat bunun dışında teşrîinde, muhtevasında, gaybî haberlerinde tezahür eden i’cazı da elbette vardır.



İslâm’ın yayılmasının üzerinden belirli bir zaman geçince, eski kültür ve inançlara sahip olanlardan bir kısmı bazı sorular sormaya başladılar. Kur’ân Peygamberimiz’in (s.a.s.) mûcizesi olduğuna göre, ondaki i’caz yönleri hangileridir. Bu soru bir süre cevapsız kaldı, derken bir takım âlimler bu işe giriştiler (Umerî, 19).



Fakat i’cazdan teknik yönü ile mufassal olarak ilk bahseden kitap Muhammed b. Zeyd (Yezîd) Vasıti’nin (ö. 306/917) kitabıdır (Rafiî, 152; İbnü’n Nedim, 220). Bunu Cürcanî şerh edip, el–Mu’tadad adını vermiştir.



“Buna göre, Vasıti, Câhız’ın başlattığına dayanmış, Cürcanî de Delâilu’l–i’caz’da Vasıti’ye dayanmıştır.” Sonra Ali İbn Isa er–Rummani (ö. 382/991), Bakıllâni (ö. 403/1011), Hamd İbn M. el–Hattabi (ö. 388/997), Muhammed İbn Yahya İbn Suraka (ö. 410/1018), İbn Sinan el–Hafaci (ö. 466/1073), eş–Şerifu’l–Murtada (ö. 436/1043), Abdu’l–Vahid İbn İsmail er–Ruyani (ö. 502/1109), el–Bakkâli (ö. 562 veya 576/1180), Kasım İbn Ferruh eş–Şatıbi (ö. 590/1193), Fahruddin Razi (ö. 606/1209), Nasır b. Abdusseyyid el–Mutarrızi (ö. 610/1213), Zemlekani (ö. 651/252), İbn Ebi’l–İsba’ (ö. 654/1256), Hazım el–Kartacani (ö. 684/1285), Celâluddin es–Suyuti (ö. 911/1502), İbn Kemal Paşa (ö. 938/1531) ile devam etmiştir.





Ebû Bekir M. el–Bakıllâni, kitabında muasırı olmalarına rağmen Vasıti, Rummani, Hattabi’ye temas etmemiş, sadece iki kelime ile Câhız’a değinmiş (Rafiî, 152); âdeta bu ilmi kendisinin yeni tesis ettiği intibaını vermiştir. Rafii, Bakıllâni’nin kitabını dağınık ve başarısız bulur, “Başkalarında tenkit ettiği hususlar kendisinde de vardır.” der. “Bu kitabın, i’caz alanının en temel ve naziri olmayan bir kitap diye tanıtılması doğru değildir. Zira Kur’ân, bütün asırlar için nazil oldu. Onun i’cazına da her asırda bir başka delil eklenebilir. Nitekim biz, bizden öncekilerin yazmadığı bazı şeyleri yazdık. Bizden sonra gelecek bazıları da, Allah’ın kendilerine açacağı bazı yeni tarafları yazacaklardır” (a.g.e. 154).



İ’caz–ı Kur’ân konusunda 10/16. asırdan sonra, özellikle 14/20. asırda önceki dönemlerde yazılanlardan daha fazla eserler yazılmıştır. Bunlar ayrı bir çalışmaya konu teşkil edecek genişlikte olduğundan, şimdilik bunu erteliyoruz. Vallahu A’lem.



1–“Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki, “İddianızda tutarlı iseniz, haydi belâgatta onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın!” (Hûd/11: 13).



2– “De ki: “Yemin ederim: Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir kitap meydana getiremezler” (İsrâ/17: 88).



3– “Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi belâgatta onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın!” (Hûd/11: 13).



4–“Yoksa: “Onu kendisi uydurmuş” mu diyorlar? De ki: “Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz, haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın” (Yunus/10: 38).



5–“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– çırası insanlarla taşlar olan o ateşten sakının” (Bakara/2: 23–24).



Kaynaklar ve Bibliyografya




Alim, Ömer Lutfî, el–Müsteşrikûn ve’l–Kur’ân, Malta, Islamic World Studies Centre yay, 1991.

Blachere, R. Introduction au Coran, Paris, Lib. G. P. Maisonneuve, 1959.

Bûti, M. Saîd Ramadan, Min Revâii’l–Kur’ân, Dimaşk, 1975.

Câhız, el–Hayavân, 3. basım, Beyrut, 1969.

Draz, Muhammed Abdullah, en–Nebe’u’l–Azîm’in Türkçe Trc.: En Mühim Mesaj: Kur’ân (Suat Yıldırım tarafından), İzmir, Işık Yay. 1994.

Encyclopedie de l’Islam, Nouv. Ed. (EI), Leyde, Brille.

Hacımüftüoğlu, Nasrullah, Kelâm Açısından Kur’ân’ın İ’cazı, Erzurum, Atatürk Üniv. 1990 (Basılmamış doktora tezi)

Hatîb, Abdulkerim, el–İ’caz fî Dirasati’s–Sabıkîn, Kahire, 1974.

İbnü’n–Nedim, el–Fihrist, Thk.: Rıda Teceddüd, (yer ve tarih yok).

Hımsî, Naîm, Fikretu İ’cazi’l–Kur’ân, Beyrut, 1973.

Hindî, Abdu’l–Alîm, İ’cazu’l–Kur’ân, Islamic Culture, Haydarabad Dekkan, Ocak ve Nisan 1933, Kahire, 1974.

İbn Hazm, el–Fisal fi’l–Milel ve’l–Ehvâ’ ve’n–Nihal, Beyrut, 1986.

İsfehani, Ragıb, el–Müfredât fÎ Garîbi’l–Kur’ân, Mısır, el–Halebi,1381/1961.

Kadî, Abdulcebbar, el–Muğnî, C, XVI, Kahire, 1960.

Kasimirski, Le Coran, Paris, ed. Charpentier, 1869.

Müslim, Mustafa, Mebahis fî İ’cazi’l–Kur’ân, Cidde, 1988.

Nursi, B. Said, Sözler, İstanbul, Sinan Mat., 1958.

Rafiî, İ’cazu’l–Kur’ân, Daru’l–Kitabi’l–Arabî, Beyrut, 1990.

Rıda, Muhammed Reşid, Tefsîru’l–Menar, “faslun fi’l–i’caz”, I, 191–228, Mısır, 1373.

Şakir, Mahmud M. Faslun fî İ’cazi’l–Kur’ân (s. 7–50), (Malik b. Nebî’nin ez– Zahiretu’l–Kur’âniyye kitabının baş tarafında), Kuveyt, 1983.

Suyuti, el–İtkan fî Ulûmi’l–Kur’ân, Kahire, el–Halebi,1370/1951.

Umeri, Ahmed Cemal, Mefhûmu’l–İ’caz el–Kur’ânî, Kahire, 1982.

Watt, M. Modern Dünyada İslâm Vahyi, Trc.: M. Aydın, Ankara, 1982.

Zarzur, Adnan M., Ulûmu’l–Kur’ân, Beyrut–Dımeşk, 2. basım,1984.

Zebidi, M. Murtada, Tâcul’l–Arûs, Kahire, 1306,

Zerkani, Abdulazîm, Menâhilu’l–İrfan fi Ulûmi’l–Kur’ân, Kahire, 1943.