Toplumsal Duyarlılık ve Sorumluluk Anlayışının İslâmî Temelleri

İnsan, yaratılışı gereği toplu halde yaşamak zorundadır. Toplu halde yaşayan insanlar arasında güven ve huzurun sağlanabilmesi için bireylerin, hak ve yükümlülüklerini bilmeleri ve bunun gereğini yerine getirmeleri gerekir. Bu da fertlerin sorumluluk bilinci ya da ilkelere karşı duyarlılıkları ile elde edilir.
17/01/2011


Düzenli ve çağdaş bir toplumda, sorumluluk bilinci, toplumun en küçük birimi olan ailede, hatta onun ötesinde kişinin kendisine karşı sorumluluğu ile başlamaktadır. Kendisine karşı sorumluluğunu bilen insan, ailesi ve topluma karşı olan sorumluluğunu yerine getirebilir. Özelden genele, bireyden topluma, fertten cemaata doğru şekillenen bir sorumluluk bilinci. İnsanlık tarihine baktığımızda, toplumların genelde devlet-halk ikilisi biçiminde şekillendiğini görürüz. Devlet, adeta bir vücut misalidir. Onun bütün kurumları diğer bir deyişle organları, birbiriyle uyum içerisinde olduğu takdirde sağlıklı bir yapıdan ve verimden söz edilebilir. Vücudunu teşkil eden organlar arasında uyum bulunmayan bir insan, nasıl istikrarsız bir görünüm arzediyor ve toplumsal hayatta başarısız oluyorsa, yönetimi, halkı ve beyni konumunda olan ilim tabakası arasında diyalog bulunmayan devlette de başarısızlık ve huzursuzluk kaçınılmaz olacaktır. Devlet yapılanmasında yer alan idare, halk ve ilim tabakasından her birinin en az diğeri kadar önemli bir işlevi vardır. Bunların kendilerine karşı sorumlulukları olduğu gibi, diğer birimlere karşı da sorumlulukları vardır. Hukukta, hak-yükümlülük dengesi evrensel bir ilkedir. Kişilerin haklarının, yükümlükleri ile doğru orantılı oluşu bu ilkenin dar manada açılımıdır. Devletin hiyerarşik yapılanmasında etkin olan her birimin (idare, halk) diğer birime karşı yükümlükleri bulunduğu gibi, her birimden talep edebileceği hakları da vardır. Buraya kadar ifade ettiklerimizi, “Hak doğurmayan yükümlülük olmadığı gibi, yükümlülüksüz hak da yoktur” şeklinde formüle edebiliriz.



İslâm dininde, gerekli şartları taşıyan her bireyin kendisine, ailesine ve topluma karşı sorumlulukları vardır. “İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?”(1) âyeti, insanın sorumluluk sahibi bir varlık olduğunu gayet anlamlı bir şekilde dile getirmektedir. Kendisine başta akıl olmak üzere verilen sayısız nimetlere karşılık insanın da, gücü nispetinde yerine getirmek zorunda olduğu belli yükümlülükleri vardır. İnancımıza göre, verilen her nimetin insana yüklediği bir sorumluluk vardır. Nitekim: “Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.”(2) âyeti bu gerçeği vurgulamaktadır. İnsana verilen nimetler sayısızdır. Akıl, ilim, iman, evlat, mal, sıhhat bu nimetlerin başlıcalarını teşkil etmektedir. “Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! Diye bildirmişti.”(3) âyetinde beyan edildiği gibi, insana verilen nimetlerin gerektiği şekilde kullanılması, söz konusu nimetlerin artırılmasının ön şartı olarak kabul edilmiştir. Sonuç olarak belirtmek gerekirse insan, belirli hak ve sorumluluklara muhatap (konu) olan bir varlıktır. Onun bireysel sorumluluğu yanında toplumsal sorumluluğu da vardır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Hepiniz çobansınız (sorumluluk sahibisiniz) ve hepiniz sürünüzden (yetki alanınızdan) sorumlusunuz. Devlet başkanı, sorumluluk sahibidir ve idaresi altındaki halktan sorumludur. Bir aile reisi, sorumluluk sahibidir ve ailesinden sorumludur...”(4) hadisi ile kişinin hem ailesine hem de çevresine ya da yetkisi altındaki kimselere karşı sorumlu bir varlık olduğuna dikkat çekmektedir.



İslâm, iyiliklerin ve ahlâkî değerlerin yaygınlaştırılması ve kötülüklerle mücadele konusunda, toplumun bütün bireylerinin etkin rol almasını önermekte hatta emretmektedir. Müslümanların asıl misyonunun da bu olduğu zaman zaman âyet ve hadislerde vurgulanır. Nitekim, “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız...”(5) âyeti, İslâm dinine mensup insanların, bu özelliğini dile getirmektedir. Bu yönüyle İslâm, toplumu teşkil eden bütün bireylere kollektif bir sorumluluk ve duyarlılık anlayışı getirmektedir. Bu kitlesel ya da kollektif sorumluluk anlayışı hemen hemen hayatın her safhasında söz konusu olabilmektedir. Kollektif sorumluluk anlayışını Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu hadisi gayet güzel bir şekilde ifade etmektedir: “Sizden kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle o kötülüğü değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa, o zaman kalbiyle buğzetsin.”(6) İmanın gerektirdiği en alt sorumluluk anlayışı budur. Bu hadis aslında bize, hem birey hem de toplum olarak her konuda duyarlı olmamızı, toplumun bir ferdi olarak, adeta bir güvenlik görevlisi ya da denetçi gibi topluma gelecek zararlarla imkanımız ve şartlar ölçüsünde mücadele etmemizi öneriyor. Naklettiğimiz bu hadis, çeşitli şekillerde yorumlanmaya elverişlidir. Nitekim işlenilen kötülüklere, ahlâksızlıklara el ile müdahele görevinin, devlete, dil ile müdahelenin alimlere ve bilginlere, kalp ile buğzun (boykot) ise, halka ait olduğu şeklinde yapılan yorum da bunlardan birisidir. Buna göre el ile müdahele, gücü, idareyi, yetkili otoriteyi temsil etmektedir. İşlenen kötülüklere karşı gerekli fiilî mücadeleyi sergilemek öncelikle devletin görevidir. Söz konusu davranışların kötü olduğunu dile getirmek ve halkı bu yönde bilgilendirmek de ilim tabakasının görevidir. Halk da kötü davranışlara pirim vermeyerek görevini yerine getirecektir. Her birim, sorumluluğunu yerine getirdiği takdirde, kötülükler ve ahlâksızlıklar, toplumda kök salamayacak ve çoğalamayacaktır.



Gerçek şu ki, kötülüklerle, yanlışlıklarla, hukuk tanımamazlıkla mücadele edilmeyen bir toplumda, başlangıçta yaygın olmayan lokal bir kötü alışkanlık, zamanla adeta bir kanser hücresi gibi bütün toplumu sarabilmektedir. Kötü davranışlar, başlangıçta etkisi itibariyle bireylere indirgense de, zamanla diğer fertler de toplumda işlenen kötülüklerden bir şekilde etkilenmekte ve payına düşeni almaktadır. Zina, içki, kumar, hırsızlık gibi çirkin eylemler, başlangıcı itibariyle belirli kişiler arasında cereyan etmekte ise de, doğurduğu sonuçlar açısından bütün toplumu ilgilendirir bir konuma gelmektedirler. Zira bu tür çirkin davranışlar sonucunda, nice aileler yıkılmakta, kanlar akmakta, çocuklar yuvasız kalmakta, henüz baharında nice hayatlar sönmekte ve solmaktadır. Bunların da topluma eksi bir yük kazandırdığı izaha gerek kalmayacak derecede açıktır. Bu nedenlerle İslâm, topluma hiçbir fayda sağlamayan bu tür gayri meşrû eylemleri yasaklamış ve mensuplarına onlarla mücadeleyi önermiş hatta emretmiştir. Bu noktada oldukça yaygın olan, "Her koyun kendi bacağından asılır" sözünü yanlış anlamamak gerekir. Şunu belirtelim ki, bu söz, hukukî ve uhrevî sorumluluk açısından doğrudur. Hukukî ve uhrevî açıdan herkes sadece işlediği suçtan ya da fiilden sorumludur. Zira suçların cezalarının şahsî oluşu, İslâm’da ve hukukta genel bir ilkedir. Ancak ahlâk veya toplumsal yapı açısından bu söz değerlendirildiğinde kişi işlemediği kötü bir eylemin ya da davranışın ortaya çıkardığı sonuçlara katlanmak zorunda kalabilir. Zira ahlâk bazında insan üyesi olduğu toplumun değerlerinden istese de istemese de etkilenmektedir. Bu etkileşim, müspet olabileceği gibi menfî de olabilir. Dolayısıyla çevremizde işlenen bir kötülük veya kuralsızlığa duyarsız kalmak, sorumluluk bilinciyle mücadelede bulunmamak, akılcı bir davranış biçimi olarak nitelendirilemez. Zira o kötülük zamanla bir şekilde bizi de etkisi altına alacak ve o kötülüğün ortaya çıkardığı zarar yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kişisel bazda kalmayacak kitlesel boyuta dönüşecektir. Bundan da toplum olarak her birey nasibini alacaktır. Toplum olarak kötülüklere karşı duyarsızlığın faturasını gayet ağır bir şekilde ödediğimiz şu günlerde bu gerçeği daha iyi anlıyor ve gözlemliyoruz. Ahlâkî ve toplumsal değerleri kaygısızca heder eden insanlar, bütün toplumun değerlerini heder etmektedirler. Aykırı, yasal ve meşrû olmayan ilişkilerin zararlarına bir yönüyle toplum da ortak olmaktadır. Zinanın, fuhşun, hırsızlığın, anarşi ve terörün, uyuşturucu kullanmanın zararları hiçbir zaman kişisel boyutta kalmamakta, bütün topluma yansımakta ve toplum da bundan rahatsız hale gelmektedir. Aslında Peygamber (s.a.s.)’in şu örneklemesi toplumda kollektif sorumluluk anlayışının ya da bilincinin gereğini gayet veciz bir şekilde şematize etmektedir: “Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlal edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar: Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katta oturanlara eziyet vermemiş oluruz, dediler. Şayet üst katta oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alt kattakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helak olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olur.”(7)



Toplum, yapısı itibariyle farklı konum ve statülere sahip insanlardan teşekkül etmektedir. Toplumu meydana getiren fertlerin, gerek ahlâk gerek hukuk kurallarına uymada aynı hassasiyeti taşımadığı gerçektir. İşte bu noktada toplum ve kamu düzeninin bozulmamasına özen gösteren fertler, kollektif sorumluluk anlayışının veya duyarlılığının gereği, kuralları ihlal eden kişilere müdahele etmek durumundadır. Bu müdahele biçimi, daima dinimizin onay vereceği şekillerde olmalıdır.



İhlal edildiğinde fert veya topluma zarar verecek olan eylem ya da davranışlara göz yummak, duyarsız kalmak modern toplum bilinci ve anlayışı ile de bağdaşmaz. Toplum ya da devlet hadiste de dile getirildiği gibi adeta bir gemiye benzer. Bu gemi batınca sadece gemiyi delme (kuralları ihlal edenler) suçunu işleyenler batmaz, bütün yolcular (toplum) batar. O halde gemide bulunanların görevi, böyle bir faaliyete izin vermemeleridir. Nitekim günümüzde çağdaş toplumlarda, kollektif sorumluluk anlayışının hakim olduğunu ifade edebiliriz. Söz konusu kural tanımamazlığa ya da ihlale aldırış edilmediğinde, bunun sonucunun iyi olmayacağını, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (s.a.s.) gayet dikkat çekici bir şekilde dile getiriyor: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği (maruf) emir ve kötülükten (münker) men edersiniz, yahut Allah Teâla size azap (toplumsal kargaşa ve kaos) gönderir. Sonra Allah’a yalvarırsınız da duanız kabul edilmez.”,(8) “...İnsanlar zâlim (haksızlık yapan) birisini görürler de, onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah Teâla’nın bütün insanları azaba uğratması pek yakındır.”(9) Bu ve benzeri hadisler her halükârda, haksızlıklarla, adaletsizliklerle, topluma zararı olan her şeyle mücadeleyi emretmektedir. Şayet mücadele terkedilirse, doğacak zararlardan ve olumsuzluklardan bütün toplum bireylerinin etkileneceği ve sorumlu tutulacağı ifade edilmektedir.



İslâm’da kötülüklere engel olmamak yerildiği gibi, iyiliklere vesile olmak da övülmüş, hatta böyle bir faaliyette bulunan kimsenin ödüllendirileceği ifade edilmiştir. Hz. Peygamber, “Her kim müspet (örnek) bir davranış ortaya koyar da, kendisinden sonra onunla amel edilirse, yaptığı güzel şeyin sevabını aldığı gibi, o davranışı örnek alarak iyilik yapanların sevabından da kendisine bir pay verilir, ama onların sevabından hiçbir şey eksilmez. Her kim de menfi bir davranış ortaya koyarsa kendi davranışının cezasını üstlendiği gibi kendisini örnek alarak o davranışı sürdürenlerin günahlarından bir şey eksilmez.”(10) sözü ile, iyiliğe delalet eden kimsenin ödüllendirileceğini, buna karşın, kötülüğe işaret eden kimsenin de, o kötülüğü işleyen kimseler gibi günah kazanacağını beyan etmiştir.



Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin iyiliği emretme, kötülükten, düşmanlıktan alıkoyma noktasında birbirleri ile yardımlaşmaları emredilmektedir. “...İyilik ve fenalıktan sakınma(takvâ) konusunda birbirinizle yardımlaşın. Günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah’tan sakının, Allah’ın cezası şiddetlidir.”(11) Yukarıda naklettiğimiz âyet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, topluma mensup hiçbir şahıs, meydana gelen olumsuzluklara, işlenen kötülüklere ve ahlaksızlıklara duyarsız kalamaz. O, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" felsefesi ile hareket edemez. O, kendisine karşı yapılan haksızlıklara duyarsız kalmadığı gibi, topluma yapılan haksızlıklara karşı da duyarsız kalamaz. Duyarlı ve yükümlülüklerini bilen insanların yoğunlukta olduğu toplumun, sağlıklı ve huzurlu toplumu doğuracağı gerçeğini unutmamak lazımdır.




1- Kıyâme, 36.

2- Tekâsür, 8. 3- İbrâhim, 7.

4- Buhâri, Cuma, 11, Cenâiz, 32; Müslim, İmâret, 20; Ebû Davud, İmâret, 1, 13.

5- Âl-i İmran, 110.

6- Tirmizi, Fiten, 11.

7- Riyazü’s-Salihin, I, 230 (186 no’lu hadis).

8- Tirmizi, Fiten, 9.

9- Riyazü’s-Salihin, I, 238 (195 no’lu hadis).

10- Müslim, İlim, 15, Zekât, 69; Nesâi, Zekât, 64; İbn Hanbel, Müsned, IV, 357, 359, 360.

11- Mâide, 3