Kalpleri Taşlaşanlar

"Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki içinden ırmaklar fışkırır, taş vardır ki yarılır da içinden sular akar. Yine taş da vardır ki Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer." (Bakara, 74.)

14/03/2011


Günümüzde “kalp hastalığı” en fazla duyduğumuz ifadelerden biri. Bu iki sözcük, çağımızın en yaygın ve korkutucu hastalıklardan birine işaret eder. Hele şahsımızla ilgili olduğunda bizleri oldukça tedirgin eden ve asla duymak istemediğimiz ifadeler. Neden? Çünkü bu hastalığa yakalanmak demek, hayatımızın tehlikeye girmesi demektir. Bu anlamda kalp hastalığı çağdaş insanın korkulu rüyasıdır desek, her halde mübalağa etmiş olmayız.

 



Kur’an’ın da kalp hastalığından bahsetmiş olması dikkate değer bir husustur. Hem konu ilk sayfalarında geçer. (Bakara, 11.) Ancak bunun, bahsettiğimiz hastalıkla bir ilgisi yoktur. Ortak yönleri belki de, her ikisinin çağımızda iyice yaygınlık kazanmasıdır. Bir diğer müşterek özellikleri ise öldürücü olmalarıdır. Birincisi, insanın maddî varlığını ikincisi de manevi varlığını ortadan kaldırmaya aday. Dilimizde “kalbi kararmak” deyimi kullanılır. Bu, ikinci anlamdadır. Yani, insanın dinî inanç, duygu ve değerlerini kaybetmesi demektir.

 



Modern dünya görüşü akla, din ise kalbe vurgu yapar. Kalp ve akıl âdeta iki medeniyeti yani Batı ve İslam medeniyetini birbirinden ayıran temel referanslardır. Modern insan “akıl insanı”, dindar insan ise “kalp insanı”dır. Aslında manevî değerler sistemi, aklı göz ardı etmez; ancak aklın yerine kalbi önceler, bu ise kalpten kopuk bir aklî faaliyet değildir. Aksine Müslümanın hayatında her şey kalple ilişkisi çerçevesinde anlam ve değerini kazanır.

 



Kalp, dinî hayatımızın, imani duyarlığımızın merkezi; dindarlığımızın bir nevi aynasıdır. İnsanın takvasını ve Allah katındaki derecesini kalp belirler. Kalp, Peygamber açısından vahyin beşiğidir. (Şu’ara, 194.) Dindar insan açısından, imanın (Nahl, 106.), huzurun (Fetih, 4.), rahmet ve şefkatin (Hadid, 27.) yatağı; inkârcı açısından da şüphenin (Tevbe, 45.), korkunun (Enfâl, 12.), şirk ve nifak hastalıklarının (Tevbe, 49.) otağıdır. Kısaca kalp, dinî ve insani hayatın merkezidir.

 



Kur’an’ın nazarında kalp ya hastadır yahut da selimdir, sağlıklıdır. Yani şirk ve diğer günahlardan korunmuştur. Ancak insanın günahlara karşı eğilimli olduğu da bir gerçektir. İşte bundan dolayı mümin insan, daima şöyle yalvarır ve yakarır: “Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizin inkâra düşmesine izin verme! Bize rahmet ve merhametini lütfet! Çünkü sen sınırsız lütuf sahibisin.” (Âl-i İmrân, 8.)

 



Ebedi kurtuluşa erenler, sadece ve sadece günahlardan arınmış bir kalple Allah’a varanlardır: “O gün insanoğluna ne malının mülkünün ne de çoluk çocuğunun bir faydası olacaktır. O gün ancak Allah’ın huzuruna (şirkten ve diğer günahlardan) arınmış bir kalple gelenler kurtulacaktır. (Şu’ara, 88

 



Bunun için kalp, İslami hayatın merkezi ve mümin insanın gözü gibi üzerinde titrediği manevi yönüdür.

 



Kalpler, Allah’ı anmakla huzur bulur. (Ra’d, 28.) Çünkü O, daha üst ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh yüceler yücesidir. Allah demek, duygu, korku ve ümidin son durağına varmak demektir. Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine yönelirse yönelsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın; daha iyisi, daha üstünü ve ötesi bulunduğundan hiçbirinde karar kılmaz. Bunlarla ruhunun özlemini gideremez ve heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. İşte mümin insan, bu sebeple sadece Allah’a yönelmekle mutlu olur, inkârcı insan da ıstıraptan kurtulup gönül huzuruna eremez. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Rad, 13/28.)

 



Kalbe arız olan ufak tefek illetlerin tedavisi mümkündür. Ancak kalp bir mühürlenmeye, damgalanmaya dursun; artık mührün ondan sökülmesi, damganın ondan silinmesi mümkün değildir. (Bakara, 7, 10.) Kalbin mühürlenmesi, gerçeğe karşı körelmesi, hakikati görebilme yetisini kaybetmesi demektir. İnsan bu duruma nefsani arzu ve heveslere kendini tamamen kaptırmak suretiyle düşer. Böyle insanlar, servet, şöhret, şehvetten ya birinin ya da birkaçının tuzağına kapılmış kimselerdir. Bütün arzuları, kısa vadeli görünen görünmeyen haz ve zevklerini tatmin etmektir. Onlar, ilahî hakikatler karşısında laubalidir. Bu sebeple yaratılış ve canlılardaki incelik ve esrarı görüp anlayamazlar. Çünkü gaflet, şehvet, isyan ve bencillik gözlerini köreltmiştir. Nitekim ayette buna şu şekilde temas edilmiştir: “Hayır! Bilakis onların işledikleri günahlar kalplerini kirletmiştir.” (Mutaffifin, 14.)

 



Eski ümmetleri tükenişe sürükleyen kalplerinin katılaşmasıdır. Zamanın ilerlemesi ile manevî heyecan ve coşkularını kaybettiler. Vahyin diriltici ilhamlarını alamaz oldular. Kur’an onlardaki bu duyarsızlığı bizlere ders olsun diye şu etkileyici temsille anlatır: “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular akar. Yine taş da vardır ki Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer.” (Bakara, 74.)

 



Yine Hadid suresi 16’da bu muhtemel tehlike karşısında dikkatlerimiz çekilir: “İman edenlerin Allah’ı anma ve O’nun tarafından gönderilen ilahî hakikatler sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı henüz gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”

 



Ayetin nerede nazil olduğuna dair farklı görüşler vardır. Sonuç itibarıyla burada bir uyarı söz konusudur. Bunun ilk dönemlere ve ashaptan bazılarına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, böyle bir uyarı onlara karşı yapılabiliyorsa, bu uyarının bizim açımızdan çok daha anlamlı ve gerekli olduğunda kuşku yoktur. Zira bugün müminler olarak bizler, ne yazık ki böyle bir kalp katılığını yaşıyoruz. Kur’an’ın nazil olmasından günümüze asırların geçmesi, duygularımızın gevşemesi, heyecanlarımızın pörsümesine sebep olmuştur. İlahî rızayı kazanma arzusu eski kuvvetini kaybetmiş, çünkü kalpler katılaşmış, ürperti ve coşkusunu yitirmiştir.

 



Ancak unutmamak gerekir ki, zamanın geçmesi ve manevi coşkunun zayıflaması, onun tekrar elde edilemeyeceği anlamına gelmez. Ümitsizliğe kapılmayı gerektirecek bir durum yoktur. Bu açıdan Allah’a bağlanma ve kavuşma arzusu, bazı dönemlerde

körelse de sona ermesi düşünülemez. Çünkü O’nun rızasını kazanma arzusunun yerini başka Hiç bir şey dolduramaz. O, bütün neşe ve mutlulukların, ebedî saadet ve güzelliklerin gayesidir. Peygamberlerin izini takip eden rabbaniler, hep bu neşe ve iştiyakla ilahî rıza yolunda yürümüşlerdir. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Hadîd, 16.)

 



Devamında gelen ayet, bu konuda ilahî desteğin her zaman müminlerin yanında olduğuna işaret eder. Bu bağlamda “Biliniz ki Allah Teala yeri ölümünden sonra diriltir” ifadeleri gelir. Yani ölümden sonra yeri dirilten Allah, manevi ölümden sonra bizleri tekrar diriltmeye, kalplerimizi yeni bir dikkat ve hayat neşesi ile kendine getirmeye kadirdir. Yeter ki bu konuda bizler, gerekli şartları yerine getirelim; ihmalkâr davranmayıp samimi olarak gayretlerimizi sürdürelim.