Her Zaman Kazanmanın Sırrı

Ebu Hureyre (r.a.) naklediyor: "Rasulullah (s.a.s.)(pazar yerinde) bir yiyecek yığınının yanına vardı. Elini içine daldırınca parmakları ıslandı. Yiyecek sahibine "bu nedir?" diye sordu. Adam, "Yağmur isabet etti ey Allah’ın Rasulü" diye cevap verdi. Allah Rasulü (s.a.s.): "İnsanların görmesi için bunu üste çıkartsan olmaz mıydı?" dedi ve ekledi. "Aldatan benden değildir." (Müslim, İman, 43)

12/10/2011


İslâmiyet’in dinî ve ahlâkî ilkeleri hayatın bütün alanlarını kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Onu bir inanç ve hayat tarzı olarak benimsemiş insanların, “din bana şurada karışır, bura da karışmaz” deme hakları yoktur. Bireysel ve toplumsal alanda her türlü söz ve eyleminin hesabını Cenab-ı Hak’ka vereceği bilincinde olan mümin, her zaman ve zeminde, bilerek yanlış yapmamanın gayreti içinde olmak zorundadır.Onun için sevgili peygamberimiz, pazarda gıda maddesi satan kişiyi, belkide sahibinin önemli olmadığını düşündüğü bir konuda uyararak, aldatmaya yol açabilecek bir davranıştan men etmiş ve bunun dinle ilgisi olduğuna “aldatan benden değildir” diyerek işaret etmiştir.



Modern dünyanın sloganlarından biri olan din dünya ayrımının, insanların değer yargılarını da etkileyecek bir kayıtsızlığa yol açtığı, yarar ve haz sağlamak kaydıyla her şeyin mübah sayıldığı bir anlayışa yol açtığı görülmektedir. Onun için insanımız bazen bu dünyada elde edeceği peşin faydayı, ebedî âlemin sonsuz nimetlerine tercih edebilmektedir. Örneğin, “sen bu dünyada bana bulgur ver de, ben sana öte dünyada pirinç vereyim” diyen bir kimsenin sağlıklı bir ahiret inancına ve hesap günü endişesine sahip olduğu söylenemez. Halbuki Cenab-ı Hak, geçici olanı talep edenle, ebedî olanı talep edenlerin ne ile karşılaşacaklarını Kur’an’da açıkça bildirmekedir. (İsrâ,18-19) İslâm'ı bir bütün olarak algılayamayan kimselerin, işlerine geleni dinle ilişkilendirip, gelmeyeni onun dışında tutmaları, çağdaş din algısının insanımızda oluşturduğu kafa karışıklığının bir sonucu gibi görünmektedir.



Allah’ın rızası ve insanın mutluluğunu esas alan İslâm dininin ticaretle ilgili ortaya koyduğu ilkeler de, insanların aldatılmaması esasına dayanmaktadır. Nitekim sevgili peygamberimiz konuyla ilgili uyarılarında bu hususu vurgulamış, meselâ, alışverişte sık sık aldatıldığı şikâyetiyle kendisine başvuran bir kimseye “ bir daha alış veriş yaptığında (satıcıya) ‘aldatmak yok’ de” (Buhari, Bu-yu’, 48) buyurarak onu, önceden uyarmasını istemiştir. Aldatmaya yol açacağı için satıcıların çok yemin etmelerini yasaklamış, “yemin malı elden çıkartırama bereketini de giderir.” (Müslim, Müsâkât, 27) buyurmuştur. Aldatmayı ve haksız kazancı önlemek için, “pazara malını getiren köylünün yolunu kesip elindekini ucuza almayı, başka birinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmayı,müşteri kızıştırıp malını değerinden fazla satmayı yasaklamıştır.” (Nesâî, Buyu', 17)“ Yalan söyleyerek mal satan esnafı Allah’ın kıyamet gününde yüzlerine bakmayacağı gruplar” içinde saymış, (Nesâî, Buyu', 5) “alış verişlerine yalan ve yemin karıştırma ihtimaline binaen tüccarın çokça sadaka vermelerini” tavsiye etmiştir.(Nesâî, el-Eyman ve’n-Nüzûr, 22) Her halükârda, “alışveriş yapanların ancak karşılıklı rıza ile birbirlerinden ayrılmaları gerektiğini” bildirmiştir. (Tirmizi, Buyu', 27)



Yukarıdaki prensiplerin günümüz ticari hayatında ne ölçüde yer alıp almadığını kendi tecrübelerimizle de izleyebiliriz. Geçmişteki yeminin ve müşteri kızıştırmanın rolünü bugün artık reklâmlar üstlenmiştir desek acaba fazla abartmış mı oluruz? Acımasız bir rekabet ortamında, bütün amacı kendi kârını maksimize etmek olan ticarî işletmelerin, başkalarının müşterilerini çalmak için yaptıkları promosyonlar liberal ekonominin gereklerinden olsa da, “kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapma” uyarısının acaba neresine tekabül etmektedir? Kendisi siftah yaptığı için ikinci müşterisini siftah yapmayan komşusuna gönderen dükkân sahibi ecdadımıza bu yüce ahlâkî erdemi kazandıran ruh bize çok mu yabancıdır? şüphesiz ki hayır. Bu ruhu ona kazandıran, şairin, “olmâhîler ki derya içredir, derya nedir bilmezler” tasvirine uygun olarak, mensubu olmakla övündüğümüz halde güzelliklerini fark edip hayata geçiremediğimiz yüce dinimizden başkası değil.



Bir göreve getirilmek üzere, iyiliğinden dindarlığından bahsedilerek Hz.Ömer’e tezkiye edilen bir şahıs hakkında onun, tavsiyede bulunanlara, “onunla, takvasına işaret eden maddî bir alışverişiniz oldumu?” şeklinde yönelttiği soruda, dinin, biçimsel bir görüntüden çok, insanın bütün davranışlarında tezahür eden bir olgu olduğu gerçeğine işaret vardır. Görüntüsüyle sıkı bir Müslüman izlenimi veren nice kişilerin insanî ilişkilerinde sınıfta kalmaları, birçoğumuzun zihninde yer edendin algısının tashih edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Onun için Hz.Ömer’in dediği gibi, biz takvamızı önce alışverişimizde, daha genel ifadeyle insanî ilişkilerimizde ortaya koyarak sahip olduğumuz inancın güzelliklerinden başkalarının da etkilenmesini sağlamak durumundayız. Söyledikleriyle yaptıkları farklı olan, sözünde durmayan, işini iyi yapmayan, alışverişinde hile yapan kimselerin başkalarına kötü örnek olmanın dışında bir meziyetleri yok demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim, ölçüde ve tartıda hile yaparak, aldıklarında tam alıp, verdiklerinde eksik veren kimseleri “âlemlerin Rabbinin huzuruna duracakları büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifin, 1-6) ikazıyla uyarmaktadır.



O halde, Kur’an-ı Keri-m’e göre, mallarımızı kendi aramızda batıl yolla yememenin önemli bir aracı olan ticareti (Nisa, 29) hangi şart altında olursa olsun, Allah ve Rasulü’nün, insanların aldatılmaması ve haksız kazancın önlenmesi amacına yönelik emir ve tavsiyeleri doğrultusunda icra ederek, “hiçbir alışveriş, dostluk ve şefaatin olmadığı o günde”, (Bakara,254) “ticareti kazanç sağlamayan kimseler” (Bakara, 16) durumuna düşmeyelim.