Din eğitimcilerinin ağır sorumluluğu

İnsanın bu dünyadaki imtihanı, sahip olduğu nimet ve imkânlara, toplumsal statü ve konumuna göre değişir. Bu açıdan bakıldığında,dinî görevleri üstlenenlerin sorumluluklarının daha bir ağır olduğunda kuşku yoktur.

05/03/2012


Peygamberler, ilahî mesajları insanlara ulaştırmayı varlıklarının gayesi olarak bilmişlerdir. Bu bakımdan bütün himmet ve gayretleri ile yılmadan usanmadan çalışmışlardır. Hz. Nuh, tebliğdeki ısrar ve kararlığıyla sembolleşen isimlerden biri idi. (Nuh, 71/5-10.) Hz. Peygamber, kimi zaman muhataplarının isyan ve inatları sebebiyle daralır, üzüntülere gark olurdu.  Nitekim şu uyarıya muhatap olur: “İnanmıyorlar diye üzüntünden âdeta kendini helak edeceksin.” (Şu’arâ, 26/3.)



Peygamberlerden sonra gelen nice rabbaniler, Allah’ın mesajlarını insanlara ulaştırmak için olanca gayretleriyle çalışıp çabalamışlardır. Ancak bu yolda çektikleri sıkıntılardan dolayı asla zafiyet göstermemişlerdir. Her çağ ve coğrafyada bu kutlu yolun sayısız temsilcileri gelip geçmiştir. Din adına sahip olduğumuz değerleri bizlere ulaştırmaları sebebiyle bu fedakâr insanlara çok şey borçluyuz. 



Günümüzde nebevî görevin yerine getirilmesi söz konusu olduğunda, ilk akla gelen kesim din görevlileridir. Din görevlisi, kiminin çocukluğunda önüne diz çöküp Kur’an öğrendiği, kiminin de cemaatle kıldığı vakit namazlarından tanıdığı, saygı ve sevgi beslediği toplumsal bir figürdür. Onu sadece cenaze ve nikâh merasimleri, cuma ve bayram namazlarından hatırlayanların sayısı da az değildir. Geçmişe baktığımızda, bazen onun hafife alındığı ara dönemler olmuştur. En azından böyle bir imaj oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak daima o, toplumun itibar ettiği, en mahrem meselelerini açıp ailevi ve toplumsal problemlerinde fikrine başvurduğu toplumsal bir aktör olmuştur. Bu vasfıyla sadece kürsü ve minberi değil, katıldığı her meclisi tebliğ ve irşat için bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Çünkü o, “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir.”(Fussılet, 41/33.) ayetinin mana ve hikmetini çok iyi kavramıştı. 



İnsanın bu dünyadaki imtihanı, sahip olduğu nimet ve imkânlara, toplumsal statü ve konumuna göre değişir. Bu açıdan bakıldığında, dinî görevleri üstlenenlerin sorumluluklarının daha bir ağır olduğunda kuşku yoktur. Çünkü bu kimseler, mümin olarak yerine getirmeleri gereken sorumlulukları yanında, bir kamu görevi olan din konusunda toplumu aydınlatma vazifesini de üstlenmişlerdir. Ancak belirtmek gerekir ki, halk din görevlilerini hiçbir zaman sıradan devlet memurları olarak görmemiştir. Toplum nazarında her zaman onların farklı bir yeri olmuştur.



Din görevlisinin imtihan edildiği en önemli konulardan biri, ilahî mesajları tebliğ edip etmemesiyle ilgilidir. İnsanların manevi coşku ve heyecanlarını kaybettikleri, nefsani arzularının peşine düştükleri bir dünyada, dinin tebliğ ve irşadı her zamankinden daha büyük bir önem taşımaktadır. Bu, din görevlilerinin hem Allah’a karşı yerine getirmeleri gereken hem de üstlendikleri kamu görevinin kendilerine yüklediği bir sorumluluktur.



Tebliğ ve irşat konusunda bütün görevlilerin iyi bir durumda olduklarını, sorumluluklarını hakkıyla yerine getirdiklerini söylemek zordur. Çünkü görevini, sadece namaz kıldırmak, düğün, cenaze, mevlit gibi dinî törenlere katılmaktan ibaret görenler bulunabilmektedir. Hatta çevremizde tebliğ ve irşat sorumluluğunun, kendilerinin asli vazifesi olduğu şuurundan uzak birtakım görevlilere de rastlanmaktadır. Bu vazifenin yerine getirilmesinde uyulması gereken adap, erkân, usul ve üslup şöyle dursun, konunun bir din görevlisine ne denli büyük bir sorumluluk yüklediği bilinen bir gerçektir. Aslında konunun bir kamu görevi olarak değerlendirilmesine de gerek yoktur. Çünkü tebliğ ve irşadın sıradan bir mümine dahi nasıl bir sorumluluk yüklediğini görmek için, Kur’an’dan ilgili ayetlere bir göz atmak yeterli olacaktır. (Mesela bk. Al-i İmrân, 3/104; Tevbe, 9/71; Asr, 103/3.) 



Meselenin bazı din görevlileri tarafından tam bir ciddiyetle ve sorumluluk şuuruyla ele alınmaması acı bir gerçektir. İnsanların küfre, isyana, ifsada sürüklendiği, ahlak ve manevi yozlaşmanın giderek yaygınlaştığı bir toplumda, bir din görevlisinin,



konunun vahametinin farkına varamaması üzücüdür. Bir toplumda iyiliği telkin eden, kötülükten sakındıran insanlar bulunduğu müddetçe Allah o toplumu helak etmez. Çünkü bu ilahî adaletle bağdaşmaz. (Hûd, 11/117.) Ancak atıfta bulunulan bu ayetten, ‘böyle bir topluluk bulunmadığı takdirde, Allah o topluluğu helak edebilir’ manası da çıkar. Nitekim Hz. Peygamber, tebliğ ve irşadı ihmal etmenin, bela ve musibetin gelmesine sebep olacağını şu şekilde belirtir: “Canım elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emredip kötülükten sakındırırsınız ya da (böyle yapmazsanız) Allah size bir ceza gönderiverir de O’na dua edersiniz ama O, duanızı kabul etmez.” (Tirmizî, Fiten, 9.) 



Dinden bihaber, Allah’a kulluk şuurundan yoksun sayısız insanın yaşadığı bu ülkede bir din görevlisinin ilim ve irfan tahsilini, tebliğ ve irşat görevini hafife alıp başka işlere yönelmesi, servet saman, para pul derdine düşmesi asla uygun değildir.



Ayrıca belirtmek gerekir ki, bütün bunların, din görevlisinin itibarını tüketen zafiyetler olduğunda kuşku yoktur. Hele hele gönüllü bir şekilde İslam’ın aydınlık mesajlarını insanlara taşımak için çalışıp çabalayanların olduğu bir ortamda, din adına görevli bulunanların kendilerini rahata vermelerini anlamak gerçekten zordur.



Tebliğ ve irşadın ihmali, geçmiş din mensuplarının da düştükleri büyük bir hataydı. Nitekim İsrailoğulları, şu ayette geçtiği üzere, birbirlerini haram işlemekten ve isyan etmekten alıkoymadıkları için ağır bir dille tenkit edilir: “İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü!” (Mâide, 5/79.) Yine Mâide, 63’de, tebliğ ve irşat görevini gerektiği gibi yerine getirmemeleri sebebiyle,



Yahudi din adamlarının sert bir dille kınandıkları görülür: “Mürşit ve fakihlerin onları günah söz söylemek ve haram yemekten sakındırmaları gerekmez miydi? Ama heyhat! Yaptıkları ne kadar kötüdür.” Yahudi din adamları, yalan, rüşvet ve bozgunculuğun ne derece çirkin fiiller olduklarını bildikleri hâlde, halka bunu anlatmıyorlardı. (Kâsımî, Mehâsinu’tte’vîl, VI, 2055.) Bu sebeple ilahî kınama ve tehdide muhatap olmuşlardır. Ayette “es-sun’u” kökünden gelen “yasna’ûn” fiili geçmektedir. Bu, irşat vazifesini ihmal etmeyi alışkanlık hâline getirdiklerini gösterir. Çünkü kelime “bir işi meslek edinip onu sanat hâline getirmeyi” ifade eder. Bu da, kınamanın daha şiddetli olduğunu gösterir. (Râzî, Mefâtihu’lgayb, XII, 34; Ebussuûd, İrşâdu akli’s-selîm, II, 64.)



Konuyla ilgili Hz. Peygamber de şöyle buyurmuşlardır: “İsrailoğullarının yakalandığı ilk hastalık şuydu: Bir kimse, haram işleyen bir başkasıyla karşılaştığında ona şöyle nasihat ederdi: ‘Ey falan, bu konuda Allah’tan kork ve işlediğin bu haramı terk et, o sana helal değildir.’ Ertesi gün geldiğinde, o kimseyi tekrar o kötü işi işlerken bulur; fakat bu durum onu, söz konusu günahkârla yiyip içmekten, oturup kalkmaktan alıkoymazdı. Onlar böyle yapınca da, Allah iyilerin kalbini kötülere benzetti. (Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Tefsir”, 5.)