İsraf duyarlılığı ya da tüketim ahlakı

İsrafın önüne geçmeyi hedefleyen terbiye anlayışı, dünya nimetlerinden yararlanırken insanların kendilerini malın maliki gibi davranmaktan biraz olsun uzaklaştırabilir.
27/06/2012


İsraf, itidali aşmak, makul sınırı zorlamak, orta yoldan ayrılmak anlamına bir Kur’an kavramıdır. Genellikle mal ve servet gibi maddi imkân ve kıymetler hakkında kullanılırsa da insanoğlunun haddi aştığı her hususu içine alan geniş bir manayı kapsar. Dolayısıyla israf yeme-içme ve giyim-kuşam gibi tüketim alanlarında olduğu gibi insan, zaman, sağlık ve çevre gibi konularda da olur.



Tüketim ve harcamanın en aşağı derecesi cimrilik, itidali iktisat ve kanaat, aşırısı ise israftır. Nitekimşu iki ayet-i kerimede konu şöyle açıklanmaktadır: “Onlar ki harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar, ikisi arası orta yolu tutarlar.” (Furkan, 67.) “Elini boynuna bağlı tutma (cimrilik yapma!) Büsbütün de saçıp savurma; sonra kınanmış olursun, eli boş açıkta kalırsın.” (İsra, 29.)



İslam’da cimrilik de israf da nefsani duygulardır. İnsan nefsine olan zaafı sebebiyle sınırsız harcamalarda bulunur ve israfa düşer. Yine insan, nefsinin biriktirme tutkusuyla cimrilik yaparak mala bekçilik eder. İlahî ve dinî bir emir olan zekât, bu itibarla bir bakıma arınmadır; insandaki bencillik duygusunu terbiye edip, hasetten ve cimrilikten kurtularak israfa düşmeden iktisat üzere yaşamayı öğretir. Zekât emrinde insanın sahip olduğu maddi imkânları başkasıyla paylaşma özelliği vardır.



İslam, adli emreden, dengeyi ve itidali önemseyen, tüketirken bile ahlaklı olmayı telkin eden vasat/orta yoldur. İktisadi hayatta cimrilik edenler de, israf edip saçıp savuranlar da nefislerini putlaştıranlardır. Çünkü cimri sadece kendisini düşündüğü için kimseyle bir şey paylaşmak istemediği gibi, müsrif de sadece kendi hazları için elinde ve avucundakini hoyratça savurarak nefsini ve benliğini putlaştırmaktadır. Bu yüzden kişinin nefsi için yaptığı aşırı masraf, israf sayılmıştır. Başkaları adına yaptığı harcamalar ise bu kapsama dâhil değildir.



İsrafta gerekli olandan çok harcamak ve kanaatsizlik söz konusudur. Kur’an’da orta yolu izleyen bir millet olarak tanımlanan Müslümanların (Bkz. Bakara, 143.) itidalden ayrılıp israfa düşmelerini yasaklayan pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlardan ikisi şöyledir:



1- “Ey Âdemoğulları, her camiye çıkışınızda güzel giysilerinizi giyin. Yiyin, için, fakat israf etmeyin; Allah israf edenleri sevmez.” (Araf, 31.)



2- (Meyve, sebze ve ekinlerin) her biri mahsul verdiği vakit ondan yiyin için ve hasat günü onun hakkını zekât ve öşrünü verin, israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez.” (En’am, 141.)



Kur’an’da israfa yakın anlamda kullanılan tebzir (İsra, 26.) denilen bir kavram daha vardır. Tebzir,“döküp saçmak” manasına, “meşru olmayan yere yapılan harcama” anlamınadır. İsrafın daha ileri bir boyutudur.



Yüce dinimizin koyduğu güzel ölçüleri çiğnemek, fiil ve davranışlarda aşırılık göstermek de israf sınırı içinde değerlendirilir. Bu yüzden Allah Teala bizim kendisine: “Ey Rabbimiz bizim günahlarımızı, işlerimizdeki israf ve aşırılıkları bağışla!” (Âl-iİmran, 147.) diye dua etmemizi emrediyor.



İsrafın zararları



İsraf bir tüketim çılgınlığıdır ve savurganlıktır. İsrafın hem kişisel planda, hem de toplumsal boyutta maddi ve manevi pek çok zararları bulunmaktadır.



1- İsrafın zararının kişisel boyutu



İsrafın kişisel hayatta hem maddî, hem manevi, hem de psikolojik pek çok zararları vardır. İsraf kişinin ürettiğinden fazla tüketmesi veya gereğinden fazla harcaması manasına geldiğinden önce şahsi ve ailevi bütçeleri allak bullak eder. Oysaki ekonomiyi tarif edenler onu “sınırsız ihtiyaçları sınırlı kaynaklardan karşılama ilmi” olarak tanımlarlar. Yani ekonomi, ihtiyaçların sınırsız; kaynakların sınırlı olduğunu kabul eder. Bu duruma göre kaynakların çok iyi kullanılması, ihtiyaçların sınırlandırılması ve tüketimin ahlaki esaslara göre yapılması en çıkar yoldur.



Bu da israfı önleyip tüketimiden gelmekle olur. İnsanın arzu, istek ve ihtiyaçları bitip tükenmek bilmez. Bunların hepsinin karşılanması ise bir ömre sığmaz. Böyle olunca insan bütün ömrünü ihtiyaçlarını temine harcar, ulvi duygulara, ibadet ve sanat gibi manevi ihtiyaçlara zaman ayıramaz.



Nitekim şair şöyle der:



 



“Ümmîd cihândan da büyük zevk ise mahdûd



Her saniyesi ömrün emel-efzâ, elem-efzûd”



 



“Aradığını bilmeyen bulduğunun farkında olmazmış” derler. Günümüz insanı da ulvî değerlerini ve kıymet hükümlerini kaybettiği için daima isteklerinin ve tüketimin peşinde koşuyor, insanlığa yaraşır sanat, edebiyat, ibadet ve hizmet gibi ulvî duygulardan çok uzakta bulunuyor.



İsrafın kişisel hayatta bir de manevi ve ahlaki zararları vardır ki, bunlar israfın maddi ve ekonomik zararından daha az önemli değildir. Tüketim arzusu, insanda fıtri bir arzudur. Bu arzu insanıtul-i emel ve hırs adı verilen dünya nimetlerine sahip olma ve dünyanın peşinden koşma duygusuna yöneltir.



Tüketim ve israf, insanı egoist ve bencil yapar. Böylece insanoğlu, mayasında bulunan toprağın suyu tutma özelliği gibi, dünyevi şeyleri tutar ve yutar. Zira insanın temel meyli hodkâmlık; yani bencilliktir. İnsanoğlu, kendi nefsine olan sevgi ve düşkünlüğü sebebiyle nefsinin ihtiyaçlarını tatmin etmeyi arzular ve bunun yolunu arar. İsrafın önüne geçecek eylemler ile birlikte iyi bir nefis ve irade terbiyesi olmadan, bu duyguların frenlenmesi zor, hatta imkânsızdır.



İşte bu israfın önüne geçmeyi hedefleyen terbiye anlayışı, dünya nimetlerinden yararlanırken insanların kendilerini malın maliki gibi davranmaktan biraz olsun uzaklaştırabilir. Türkçemizde “malın maliki” yerine “malın sahibi” tabiri kullanılır.



Çünkü aralarında fark vardır. “Malik”te kalıcı bir aidiyet duygusu olduğu halde, “sahip” kelimesinde beraber bulunma, arkadaş ve yoldaş olma gibi bir ariyet ve emanet manası vardır. Ayrıca malik olma, düşünmeden harcamayı ve israfı getirmek İktisadi tedir. Ama diğerkâmlık duygusunun olduğu durumlar israf değil, paylaşım getirir. Böylece tüketirken bile başkalarını düşünme boyutu belirgin hâle gelir.



Yasak olan israf, insanın kendisi için yaptığı lüzumundan fazla harcama ve tüketimdir. Yoksa başkaları için yapılan harcamalarda israf söz konusu değildir. Nitekim ahlaki bir esas sayılan “fütüvvet” anlayışına göre insanın nefsi için yaptığı masraf israf sayıldığı halde; dost ve kardeşleri için yaptığı harcama, ne kadar çok da olsa, israf sayılmamıştır.



İsraf, bireyselcilik ve pragmatist duyguları kamçılamaktadır. Ferdiyetçilik ve pragmatizm insanı fedakârlık anlayışından uzaklaştırarak kişileri “kendi hayatını yaşama” anlayışıyla başkaları adına verici olmaktan alıkoymaktadır. Aslında bu duyguların önüne geçecek tavır “bir lokma bir hırka” anlayışıdır. Çünkü bu düşünceye göre aslolan mala sahip olmak değil, onu başkalarıyla paylaşmak, kardeşlerini kendine tercih ederek bir lokma ve bir hırkanın dışında elinde ve avucunda bulunanı başkalarına dağıtmaktır. Çalışmayı bırakıp üretimden kaçmak değil, çalışıp şahsi ve nefsi tüketimden kaçarak ihtiyaç içindeki kardeşini kendine tercih etmek; yani isar sahibi olmaktır.



“Bir lokma ve bir hırka” anlayışının asıl etkili ve geçerli olduğu yer, tüketim alanlarıdır. Özellikle günümüzde çok çeşitli reklam vasıtalarıyla “israf ekonomisi” alabildiğine körüklenmektedir. Her şey tüketim esasına dayandırılmış, bu yüzden israf hızla artmıştır. “Bir lokma ve bir hırka” düşüncesinden



hareketle ihtiyaçların kontrol altına alınması, israf ekonomisinin yerini ihtiyaç ekonomisinin almasını sağlayacaktır. Böylece insanlar teknolojinin ürettiği imkânları hovardaca harcamaktan kurtulacak, zengin fakiri ezmeyecek; fakir, içinde fakirliğin buruk acısını ömür boyu taşımak ve zengine haset nazarıyla bakmak sancısından kurtulacaktır.



İnsanın canının her istediği şeye ulaşması ve bu konuda bir sınır tanımaması israf sayılır. İnsanın istek ve ihtiyaçlarına sınırlama getirmesi, tüketim ahlâkının esasını teşkil eder. Nitekim Hz.Ömer, oğlu Abdullah’ı bir gün et yerken görmüş ve: “Hayrola et mi yiyorsun?” diye sormuştu. Oğlu: “Evet canım çekmişti de...” deyince Hz.Ömer üzülmüş ve ona: “Demek sen öyle canının çektiği her şeyi alıp yiyor musun? Bilmez misinki Peygamberimiz: “İnsanın canının çektiği her şeyi yemesi de israftır.” buyurmuştur.” (Bkz. İbn Mace,Et’ıme, 51.) dedi.



İsraf insanı nefse hâkim olma özelliğinden de yoksun bırakmaktadır. İnsanı nefsinin kölesi, nefsini de tanrısı hâline getirmektedir. Nitekim Kur’an’daki: “Nefsinin isteklerini kendine tanrı edineni gördün mü?” (Furkan, 43.) ayeti buna işarettir. Ayrıca insan çoğu zaman aşırı tüketim ve israfının farkında bile olmaz. Çünkü “israf edenlere yaptıkları hoş gelir.” (Yunus, 12.)



Nimetlerden aşırı doyum, yeni arayış ve açlıklar meydana getirir, nimetlerin çekiciliğini azaltır. İnsanın dünya nimetlerinden haz almaz hâle gelmesi sonucunu doğurur. İsrafa varmayan mutedilbir tüketim, nimetleri insan gözünde daha sevimli ve çekici kılar. Her gün her istediğini yiyen, giyen, ya da başka türlü tüketen kişinin gözünde nimetlerin değeri küçülür. Kendi iradesiyle israfa düşmeyen ve bazı isteklerini frenleyebilen insan daha mutludur. Çünkü nimetler, gözünde daha değerlidir.



2- İsrafın zararının toplumsal boyutu



İsraf, fert kadar, belki daha da fazla toplumu ilgilendiren bir sapmadır. İsrafa alışan insan başkalarını düşünmez hale geldiğinden toplumda sınıf farklılıkları artmaktadır. Zenginlerin müsrif tavrı fakirleri ezmekte, onları da israfa yönlendirecek birtakım sosyal yaralar açmaktadır. Oysaki insan, paylaşmayı bildiği ölçüde saygın ve mutlu olur. Sevginin temel şartı paylaşım ve özveridir. Sahip olunan nimetlerden başkalarını da yararlandırmaktır.



İsraf illetine müptela olanlarda paylaşım olmaz. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.) insanların israfa alışmamaları için, “nehir kenarında bile abdest alıyor olsalar, suyu israf etmemelerini emir buyurmuştur.” (İbn Mace, Tahare, 48.) Bugün evlerimizde boşa akan musluklardan çöpe atılan ekmeğe varıncaya kadar yapılan her türlü israf, toplumsal bir yaradır. İsraf ettiğimiz mal ve enerjinin yıllık miktarının bütçe açığımızın üstünde bir rakama ulaştığı söylenmektedir.



Toplumların selameti biri maddi, diğeri manevi iki temel esasa bağlıdır. Bu esaslardan maddi olanı ekonomik güç, manevi olanı ise inanç ve ahlaktır. Ekonomik güç iktisattan, üretimden ve israfa varmayan tüketimden geçer. İsrafa müptela olan toplumlar, gerekli ekonomik güce erişemezler. Borçlanmadan kurtulamazlar. Borçları kendilerini hem iktisadi açıdan, hem de kültürel açıdan esarete düşürür, dışa bağımlı kılar. Ancak toplum yararına yapılan her türlü yatırım ve harcamalar israf kapsamının dışındadır.



İsrafı hazırlayan sebepler



İsrafı hazırlayan sebeplerin başında insanda fıtri olan tüketim arzusu gelir. Bu arzu frenlenmeye alıştırılmadığı sürece veya o duyguyu canlı tutacak bir ortam var olduğu sürece insan kendini israf içinde bulur. İsrafı körükleyen sebeplerden biri de sosyal çevredir; insanların birbirlerinden görerek etkileşimleridir. Bugün buna bir de “reklam” unsuru ilave edilmiş bulunmaktadır. Özellikle göze ve kulağa, ya da hem göze hem kulağa hitap eden reklam araçları, tüketim ve israf ekonomisinin lokomotifleri gibidir.



İsraftan kurtulmanın yolları



Tüketimin dengeli bir hale gelerek israfın önlenmesi için ferde, topluma ve devlete düşen birtakım görev ve sorumluluklar vardır:



1- Fert planında



Fertleri israfa düşmekten kurtarmanın birinci yolu eğitimdir. Önce ailede, ardından okul ve toplumda insanımız israf konusunda eğitilmeli, gereğinden fazla harcama ve tüketme alışkanlığına düşmemesi öğretilip benimsetilmelidir. Ev ve okul eşyası ile devlet mallarının kullanımında gösterilecek titizlik konusunda büyükler küçüklere örnek olmalıdır.



Sosyal ve fizik çevreye verilecek her türlü zararın israf kapsamına girdiği; bu ülkede bizim kadar başkalarının da yaşama hakkının bulunduğu bilinci ortak değer olarak kalplere ve vicdanlara nakşedilmelidir. İsraf edilen, hovardaca tüketilen her ürüne başkalarının da ihtiyacının bulunduğu unutulmamalıdır.



2- Toplum planında



Toplum hayatında paylaşmayı öğrenmek, israfı önleyen en önemli etkendir. Tüketimin sınırsız olmadığı, başkalarına saygı duymadıkça bizim de saygı göremeyeceğimiz bilinmelidir. “Devlet malı deniz” anlayışı atılmalıdır. Toplumun ortaklaşa kullandığı mekânları ve imkânları şahsi malımız gibi korumak, sağlık ve boş zaman konusunda fertleri ve toplumu bilinçlendirecek yayınlar yapmak ve okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak gerekmektedir.



3- Devlet planında



Tüketmeden üretim olmaz ama insanları ekonomik durumlarını ve sosyal seviyelerini zorlayacak reklam zulmünden kurtarmak da devletin görevidir. Devlet, zaman, imkân ve kırtasiye israfını önleyici tedbirler almalı ve halkı israf ve lüks tutkusundan kurtarmalıdır. İsrafın zıddı verimliliktir. İşgücünde, sanayi ve üretimde verimliliği artırmak birinci derecede devletin görevidir. Sonuç olarak israf her türlü kaynak ve imkânı lüzumsuz ve bilinçsiz olarak kullanmaktır. Bundan kurtulmanın yolu ferdî, içtimai bilinçlenmeye, devletin duyarlılığına, halkı ile devletin işbirliği yapmasına bağlıdır. Güzel yurdumuzda huzurla yaşamak, gelecek nesillere güzel şeyler bırakmak istiyorsak, devlet ve millet olarak harcamaları tüketim ahlakı çerçevesinde dengeli hale getirmek, israfın her türlüsünden kurtulmanın çarelerini aramak durumundayız.