KUR’ÂN’IN HAYATA MÜDAHALESİ

“Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hay’dır), bütün varlığın idaresini yürütendir (kayyum). O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur...” (Bakara, 2/255)
28/01/2013


Âlemlerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle, her ân kâinata müdahale etmektedir:



“Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O'ndan ister. O; her gün bir şe'n üzeredir.” (Rahman, 55/29)



Evet, O her gün bir şe’n (iş, tasarruf, yaratma, tecelli) üzeredir ve O’nun kâinat ve hayat üzerindeki müdahalesi sürekli ve kesintisizdir:



“Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hay’dır), bütün varlığın idaresini yürütendir (kayyum). O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur...” (Bakara, 2/255)



“Gökleri ve yeri yaratan Allah, içinde yaşatmakta olduğu yaratıklarını da “başıboş bırakmış” değildir”(Kıyamet, 75/36) Zira O, “göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir” (Meryem, 19/65). O bütün mahlûkatın “Rabbi” yani terbiye edicisidir.  Rab Teâlâ, başıboş, pusulasız, kendi haline bırakmadığı insana “iki yol / iki amaç tanıtmış” (Beled, 90/10) ve onu “(dosdoğru) yoluna”hidayet etmiş, yönlendirmiştir; ama bu ikisinden birini tercihte onu serbest bırakmıştır (İnsan, 76/3).



Gerçek şu ki, insan türünün bizatihi varlığında mündemiç bulunan çeşitli zaaflar ve kıyamete kadar insanı azdırıp saptırmakla görevli olan şeytan faktörü, insanoğlunun sürekli olarak ikaz edilip uyarılmasını, istikametinin düzeltilmesini gerekli kılmaktadır. İnsan, kulluğunu ve insanlığını unutmaya başladığı zaman hatırlatılmaya, şeytanın adımları ardında yürür hale geldiği zaman ikaz edilmeye, fitne ve fesad yaygınlaştığı zaman uyarılmaya muhtaçtır. Küfrün/nankörlüğün, şirkin, zulmün, cehaletin, fahşâ ve münkerin doruk noktasına çıktığı ve insanlığın büyük felâketlerin eşiğine geldiği ânlar, genellikle Vahy-i ilâhînin tariheyani hayata müdahale demleridir. Vahyi hakikatleri insanlara açıkça duyurmak ve vahyî ilkeleri kendi hayatlarında birer örneklik olarak sunmak üzere de Hâlik-ı Zü’l-Celâl, onlara kendi içlerinden, kendileri gibi beşer olan peygamberler göndermiştir.



İşte bu durum, İlahî iradenin insanoğlunun hayatına vahiyle müdahalede bulunmasıdır. Bu müdahaleyi işitip anlayarak ve hayatlarını ona göre tanzim ederek “gerçek kurtuluş”a ermek de, ona sırt çevirip bu dünyada ve öbür dünyada “ziyana uğramak” da (Şems 91/9-10) insanoğlunun özgür iradesiyle ulaşabileceği sonuçlardır.



Tarihe ve Hayata Son Müdahale: Kur’ân-ı Kerim



İnsanlık tarihine ve insanoğlunun hayatına müdahalede bulunan son ve mütekâmil vahy-i ilâhî Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü O’nun en belirgin işlevi, insanları en doğru yola iletmektir.



“Şüphe yok ki, bu Kur'ân, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan müminlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir.” (17/9)



Evet, Kur’ân-ı Kerim, insan ve toplum hayatına a’dan z’ye müdahale eden Kitâb-ı İlâhî’dir ve bu müdahale kıyamete kadar da sürecektir. İnsanın Rabbi ile insanın kendisi ile insanın insanla ve toplumla, insanın eşya ile ilişkisini belirleyen temel ahlâkî kriterleri, ilkeleri vaz’eden; yapılması ve yapılmaması gerekenleri tespit eden Furkan’dır O.



O, merhum Aliya İzzetbegoviç’in tanımlamasıyla “hayatın kitabıdır”.



Onu tanıyan okumalı; okuyan anlamaya çalışmalı, anlamak için “dili”ni kavramalı; anlayan düşünüp aklederek yorumlamalı; akleden sorumluluklarının bilincine ermeli; sorumluluklarının farkına varan da ona, onun şaşmaz ilkelerine sarılmalı ve yaşamalıdır.



Kur’ân’ı bize tebliğ eden Allah Rasûlü (s.a.s.)“yaşayan Kur’ân” idi. O başta olmak üzere, örnek Kur’an neslinin hayatını şekillendiren ana ilkeler Vahy-i ilahîden ibaretti. Bu değişim sonucunda örnek bir “insan tipi”, örnek bir “toplum modeli” ve a’dan z’ye (ahlâktan kültüre, ekonomiden siyasete...)  örnek bir “hayat tarzı” ortaya çıktı.



Ve Kur’an “tarihte” kalmış bir kitap değildir. O, İslâm toplumunun doğuşundan bugüne kadar Müslümanların hayatına yön verdiği gibi, bugün ve yarın da yön vermeyi, müdahale etmeyi sürdürecektir. Kur’an, yarısından fazlasını teşkil eden kıssalarda bile, “geçmiş”ten söz ederken “bugünümüze”ve “geleceğimize” de müdahalede bulunur.



Hiç kuşku yok ki, Kur’an’ın hayata müdahalesi insan aracılığıyla olmuştur ve olacaktır. Peygamberlerin vahyi apaçık tebliğ etmek suretiyle tarihe / hayata yaptıkları müdahale; bugün de nebevî geleneğin takipçileri tarafından sürdürülmek durumundadır. Bu müdahale, merhum Mehmet Akif’in mısralaştırdığı ilke çerçevesinde gerçekleşecektir:



Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı;



Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.



Kur’ân Ütopik Değil Pratik; Statik Değil Dinamik Bir Kitaptır



Kur’ân-ı Kerim, günlük hayattan kopuk, toplumsal gerçeklerden uzak münzevi bir ortamda, -tabir yerindeyse- fildişi kulelerde okunup anlaşılamayacağı gibi böyle bir yaklaşımla hayata müdahale edemez, tam tersine hayat dışı ve tarih dışı kalır. Zira Kur’ân-ı Hakîm, ütopik bir kitap olmayıp doğrudan doğruya insanın pratik hayatı ile ilgilidir. O, teoride kalan ve hayal dünyasında yaşanacağı varsayılan bir hayat, bir sistem önermez. Bu bakımdan, pratik hayatın içinde yaşamayan, insanların ve toplumların sorunlarına yeterince vakıf olmayan, dünyadaki siyasal, aktüel, bilimsel, teknolojik, sosyolojik vb. gelişmelerden haberdar olmayan insanların Kur’ân'ı doğru-dürüst anlaması mümkün olamayacağı gibi, Kur’an'ı tebliğ etmeyen, onun mücadelesini vermeyen, onun ilkelerini kendi hayatına ve toplum hayatına egemen kılmanın sıkıntısını çekmeyenler de Kur’an'ın mesajını hakkıyla anlayıp kavrayamazlar ve dolayısıyla akıp giden hayata müdahale edemezler.



Kur’an'ın, dinamik, canlı bir davet ortamında indiğini, dolayısıyla onu gereğince anlayıp kavramanın da onun ilkelerini pratik hayatta tatbik etmek suretiyle gerçekleşebileceğini merhum üstat Ebû’l-A‘lâ el-Mevdûdî çok çarpıcı biçimde ortaya koyar. Onu dinleyelim:



“Muhakkak ki Kur’ân-ı Kerîm, mücerret nazariyeleri ve sırf düşünceleri ihtiva eden bir kitap değil ki, bir insan onu koltuğuna tutturup yaslanarak okusun; sonra da onun bütün maksatlarını anlamış olsun. Aynı zamanda o, yalnız ilâhiyattan (teoloji) bahseden bir kitap da değil ki, onun esrarı ve gizli hazineleri enstitü ve tekkelerde çözümlenmiş olsun. Fakat bu kitap, bir davet ve aksiyon kitabıdır.  Mücerret inişi ile birlikte güzel ahlak ve yumuşak huy sahibi, doğru mizaçlı, cömert karakterli ve insanlar arasında susmayı seven bir şahsiyeti, haktan ve doğru yoldan sapmış bir dünyanın karşısına dikivermiştir bu kitap. Kur’an onu; batılın her türünün kapısını çalan küfrün liderlerine, fıskın komutanlarına, dalalet ve sapıklığın öncülerine karşı amansız savaş veren bir şahsiyet yaptı. Bu kitap her evden, aileden mesut ruh ve nezih gönülleri söküp aldı ve onları hazırlayarak davet sahibinin sancağı altında topladı. Gerçekten bu kitap, tüm bozguncu fitnecilerin öfkesini taşırdı.  Davetin yardımcılarına karşı savaş açtırdı ki, helak olan da haktan bir beyyine üzere helak olsun; kurtulan veya ihya olan da haktan bir beyyine üzere kurtulsun, ihya olsun.



“Bu kitap, gerçekten yirmi üç sene müddetle haşmetli İslâmî hareketi yönetmiştir. O hareket ki, işe bir ferdin çağırması ile başlamış, yeryüzünde ilâhî bir devlet hilafeti ikame etmeye kadar ulaşmıştır.



“İşte bu kitap, her bir merhalesinde batılın her çeşidini bir bir yıkma ve yerine mutlak hakkı koyma mücadelesinin ve hakla batıl arasında devam eden sürekli savaşlar sırasında atılan her adımın plân ve tespitini yürütmüştür. Öyleyse bu kitabın gizlediği pek çok esrar ve hakikat, sadece harflerinin üzerinden geçmek ve kelimeleriyle mırıldanmakla onun önünde nasıl tecelli edecek? Küfür ile İslâm arasında cereyan eden mücadele alanına inmeden, İslâm ile cahiliyet arasında sürmekte olan mücadelede ayaklarını tozlandırmadan onun vaat ettiği zafere nasıl ulaşacaksın? Bu mücadelenin semtinden geçmek nasip olmadan nasıl hedefe ulaşacaksın? Kur’an'ın derin maksat ve manalarını anlamak, ancak bu kitabı hakem kabul edip Allah yolunda davete başlamak ve bütün adımlarını Kur’an'ın öğrettiği ve tevcih ettiği şekilde atmanla mümkün olacaktır. Bundan dolayı Kur’an'ın davetçilerinin başına gelen mihnet ve tecrübelerin tamamının senin de başına gelmesi muhakkaktır.  Mekke, Habeşistan ve Tâif vakalarını müşahede eder; Ebû Cehil ve Ebû Leheb’lerle çatışır; münafık ve Yahudilerle karşılaşırsın. Aynı şekilde İslâm'la ilk müşerref olanlardan müellefetü'l-kulûba (kalpleri ısındırılanlara) kadar geçerek her nevi insan örneğini dener ve görmüş olursun. 



“O halde bu tavır, yol ve gidiş emsalsizdir. Hiçbir tavır ve davranış buna benzemez; bununla boy ölçüşemez...



“...Kur’an'ın hükümlerini hayatlarında tatbik etmeyenler, hayatın çeşitli alanlarına ilişkin Kur’an hükümlerinin gayesini, ahlâkî öğretilerini, iktisadî, hukukî tevcihâtını, prensiplerini, sistemlerini ve onların değer ölçülerini idrak edemez ve buna gücü de yetmez.”[1]



Demek oluyor ki, Kur’ân, kendisi uğrunda belli bir çaba, uğraş ve fedakârlık göstermeden, onun ilkelerini kendi hayatımızdan ve en yakınlarımızdan başlayarak dünyaya hâkim kılmanın sıkıntısını çekmeden, fildişi kulelerden mücadele ortamına, cihad arenasına inmeden anlaşılamaz; zaten bu Yüce Kitab da sırlarını onlara açmaz. Kur’an bir felsefe kitabı değildir. O, Âlemlerin Rabbinin, hayatın çeşitli ihtiyaçlarına verdiği cevaplardır. Bu bakımdan Kur’ân, statikbir düşünce değil, dinamik-aktifdüşünceler, yargılar, ilkeler bütünüdür. Bu özelliğiyle hayata müdahale eder.



Kur’ân-ı Kerim Hayatı Dizayn Etmek İçin İndirildi



Sahabenin bu konudaki tutumunu Abdullah b. Mesud şöyle anlatır:



"Biz Kur’an'ı on âyet, on âyet alırdık ve aldığımız on âyeti anlayıp hayatımıza aktarmadan diğer on âyeti almaktan kaçınırdık.  Kur’an insanlara, onunla amel etsinler diye nazil olmuştur. İlk nesiller Kur’an'ı amel etmek için okudular.  Sizin herhangi biriniz ise, Kur’an'ı başından sonuna kadar okur; tek bir harfini dahi bırakmaz; halbuki onunla amel etmeyi tamamen terk etmiştir."[2]



Abdullah İbn Mes’ûd’un bu ifadelerinden şöyle bir formülasyona gidilebilir: Bir mümin, her gün on ayeti okuyup tam manasıyla anlamaya, gönlüne sindirmeye ve uygulamaya çalışmalıdır. Her gün böyle yapmaya devam eden bir mümin, Allah Rasûlü (s.a.s.)gibi “yaşayan Kur’ân”olma hedefinde sürekli mesafe kazanır, her gün kendisini yeniler, imanını ve heyecanını diri tutar, salih amellerini çoğaltır ve Allah’ın rızasına ve rahmetine kavuşur. Hz. Ali ise şöyle buyurur:



"Allah'ın Kitabı'nı öğreniniz; çünkü Allah'ın Kitabı, sözlerin en değerlisidir. Dini iyi anlayınız; çünkü dini iyi anlamak kalpleri parlatır. Kur’an'ın nûrundan şifa isteyiniz; çünkü o, gönüllerdeki marazlara şifadır. Kur’an'ı hakkına riayet ederek okuyunuz; çünkü en güzel haberler ondadır. Kur’an okunduğu zaman kulak veriniz; umulur ki Allah size merhamet eder. Kur’an vasıtasıyla hidayete erdiğinizde, öğrendiklerinizle amel ederek doğru yolda daim olasınız. İlmiyle amel etmeyen âlim, bilgisizliğinden dolayı doğru yolu bulamayan günahkâr cahil gibidir. Bana göre, cehaleti içinde bocalayan cahile nispetle, ilmiyle amel etmeyen âlimin vebali daha büyük ve âlim daha perişandır. Her ikisi de mahvolmuş sapıklardır."[3]



Kur’an’ı okuyup anlama ve uygulama konusunda selefin tutumunu Hasan Basrî şöyle özetler:



"Siz Kur’an'ın okunmasını konaklar edinmişsiniz, geceyi de deve... O deveye biner, onunla konakları geçersiniz. Hâlbuki sizden öncekiler, Kur’an'ı Rablerinden gelen risaleler, mektuplar ve fermanlar olarak görürlerdi. Geceleyin sabahlara kadar Kur’an'ı düşünür, gündüz de onun ahkâmını infaz eder, pratiğe aktarırlardı."[4]



Kur’ân’la Hayata Müdahale Ederek Tarihin Öznesi Olabiliriz



Allah’ın Kitabı ile ve onun “hayat veren” (Enfal 8/24) mesajı ile irtibatı kesmek, kuşku yok ki, başımıza gelen felaketlerin biricik sebebidir. Yüce Rabbimizin Kur’an’da, Rasûl’ünün (s.a.s.)dili ile ikaz buyurduğu üzere, ümmet olarak “Kur’ân’ı mehcûr bırakmanın” (Furkan 25/30) yani O’ndan uzaklaşmanın; O’na ilişmemenin, O’nun hükümleriyle amel etmemenin bedelini ödüyoruz.



Ashabın Kur’ân hocalarından Ebû Musa (r.a.), O’ndan uzak kalmanın bedeline dikkat çekmiştir:



“Kur’ân’dan uzun süre uzaklaşmayınız! Aksi halde ehl-i kitabın kalplerinin katılaşması gibi sizin kalpleriniz de katılaşır.”[5]



Elbette Kur’an’dan uzaklaşan zihinler kararır, gönüller paslanır, kalpler katılaşır. Kur’an’dan, O’nun diriltici ilkelerinden beslenmeyip duyarsızlaşan kalplerin sahipleri ise “yaşayan ölüler” haline gelirler. Yaşayan ölülerden oluşan bir toplumun zelil ve perişan olması da kaçınılmaz olur.



Bu şaşmaz hakikati, Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle formüle eder:



“Allah şu Kur’an’la bazı toplumları yükseltir; bazılarını da alçaltır.”[6]



Allah Azze ve Celle, daha önce kendilerine kitap verilip de zamanla onun mesajlarına duyarsız hale gelen toplulukların kalplerinin ‘katılaşması’ve bunun sonucu olarak da doğru yoldan sapmalarını hatırlatarak, Asr-ı Saadet müminlerini ve kıyamete kadar gelecek tüm müminleri bu konuda uyarır:



“İnananlar için hala vakit gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ın zikrine (Kur’ân’a) ve inen hakka huşû duysun ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra da üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar.” (Hadid 57/16)



Ayette işaret edilen ‘kalplerin katılaşması’nın nedeni açıktır:



Katılaşmaya başlayan kalbin yeniden yumuşaması, zayıflayan imanın tekrar güçlenmesi, erozyona uğrayan müslüman kimliğin aslî hüviyetine kavuşması ise ancak ve ancak Kur’an’a dönmekle mümkün olabilir. Hadîd sûresinin 17.âyeti de bu gerçeği işaret buyurur: “Bilin ki, Allah cansız(ölü) hale gelen toprağa yeniden hayat verir! Belki aklınızı kullanırsınız diye size ayetleri açıkladık.” (Hadid 57/17) Bu âyete ilişkin olarak İbni Abbas’ın söylediği gibi, ancak Allah’ın Kitabıdır ki, “kalpleri kasavet ve katılıktan sonra yumuşatır, Rabbine yöneltir ve mutmain kılar; ölmüş kalpleri ilimle, hikmetle diriltir.”[7]



Tıpkı ‘ölü toprağın’ yağmurla/rahmetle tekrar hayat bulması gibi, üzerine ölü toprağı serpilen, yaşayan ölülerhaline gelen, umudunu, inancını yitirme noktasına gelen inanan insanların “yeniden dirilişi” de sadece Kur’an’a dönüşle mümkün olabilir. 



Dipnot



--------------------------------------------------------------------------------



[1] - Ebû’l-A‘lâ el-Mevdûdî, Kur’ân'ı Anlamak İçin Temel Prensipler, çev: M. Söylemez, İmko Y., Adana, s. 67-70.



[2]-  İmam Gazali, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c.3, s. 13.



[3]-  Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, 1977-İstanbul, c.5, s.1839.



[4]-  İmam Gazali, İhyâ, c.3, s. 13.



[5]-  M.Yusuf el-Kandehlevi, Hadislerle Müslümanlık,s.1585.



[6]-  Müslim, Müsâfirîn 269; Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 16.



[7]-  Sünen-i Tirmizi, Tefsin 24.