Kur’an ayı ramazan ikliminde

‘Oku’ emrinin düşündürdükleri

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı ‘alak’tan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96/1-5.)
18/06/2013


Dil felsefesi açısından bakıldığında, ‘harf’ ile ‘ses’in negatif konumunu ifade eden ‘sükût’ta sonsuzluğa bakan bir anlam çokluğu; sükûtun pozitif konumunu ifade eden harf ve seste ise çoğaldıkça daralan bir anlam azlığı söz konusudur. Başka bir deyişle; ‘kelime’ ile ‘anlam’ arasında hem birbirini genişletip büyüten, hem birbirini daraltıp küçülten nakzedici bir ilişkinin olduğu görülür. İşte icaz, kelime ile anlam arasındaki bu girift ilişkinin; aklın, mantığın ve estetiğin ölçülerine göre yeniden bir önerme veya cümle hâlinde tertibini; az ama öz, kısa ama veciz, sade ama fevkalade nafiz bir keskinlik kazanmasını ifade eder.



‘Oku’ emri, özelde, “İndirilen Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından okunması” davetini içerisinde saklayan bir mesajı ifade etse de, genel çerçeve itibarıyla, nesnesi ve içeriği belirtilmeyen ucu açık bir okumanın teşvik ve tavsiyesini barındırmaktadır. Oku emrindeki mesajın derinliğinde, ifadeler kadar sükûtun da semantik bir anlamı vardır. Çünkü ‘oku’ emri verildikten sonra, peşi sıra gelen ayetlerde ‘nasıl okuyacağımız’ belirtilmiş ama ‘neyi okuyacağımız’ belirtilmemiştir. Nahiv veya gramer açısından ifade etmek gerekirse fiil ve fail vardır, fakat meful/ nesne veya tümleç yoktur. Şayet okunması istenen nesne açıkça belirtilmiş olsaydı, eylem faille başlar, fiille icra edilir, mefulle uygulanırdı. Mesela “Kur’an’ı, yaratan Rabbinin adıyla oku!” şeklinde açık bir nesne yer alsaydı, Kur’an ile başlayan ve Kur’an ile biten belirli bir okuma eylemini içerisine almış olurdu. Başka bir deyişle; burada, sadece indirilen Kur’an’ın okunması hedeflenmiş olsaydı, bu teklif veya emir, yalnız bu ilahî kitabın kıraatini veya okunmasını ifade eden ‘ütlü’ veya ‘rattil’ emr-i hazırı şeklinde olması lazım gelirdi. Böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, bu tümleçsizlikle ortaya çıkan nesnesel boşluk, “Kur’an-ı Kerim’den tefsir kaynaklarına, Dede Korkut hikâyelerinden günlük gazetelere, attımarının inceliklerini anlatan mesleki kitaplardan Ortaçağ Avrupa düşünürlerinin felsefi eserlerine kadar uzanan sonsuz sayıda kitap, bilgi veya matbuatla doldurulabilir.



Buradan hareketle Allah’ın biz müminlere; “Varlığın ana hatlarını en üst perdeden yakalayan, hayatı hiçbir düşünür, filozof veya bilgenin tanımlayamayacağı kadar anlamlandıran bir aşkın malumatlar kitabı olan Kur’an başta olmak üzere, eline geçen ve geçecek olan her kitabı oku, dimağını engin bilgilerle donat, içinde bulunduğun çağa iyi bak, ufkunu aydınlat, tam bir entelektüellik çabası içerisinde ol” şeklinde yorumlayabileceğimiz zengin, çok yönlü bir öneride bulunduğu açıktır.



Kur’an’ın, muhatabı olan müminlere, böylesi kültürel ve informatik yönlendirmeyi yaparken bir hususun altını önemle çizdiği görülmektedir. Bu önemli husus da, her şeyi okuma özgürlüğüne sahip olan insanoğlunun bu özgürlüğünü tam bir muhayyerlikle kullanırken, “yoktan var etme” gücünü elinde tutan Allah’ı bir üst değer olarak unutmaması, okuma ve öğrenme fiili de dâhil her şeyi yaratan bir Rab olarak O’nun adını hatırında tutma gayreti içerisinde bulunmasıdır. Mevlâna’nın ünlü pergel metaforuyla ifade edersek bu ayette Yüce Yaratıcı “Önce pergelin ucunu benim ismimin üzerine iyice sabitle, diğer ucunu da uzat uzatabildiğin kadar. Genişlet ufkunu ve bakış açını. Gözlerini bütün dünyaya, kâinata ve varlık âlemine aç. Oku, düşün, takip et, izle!” demek istiyor olmalı bize. Hatta bu ayet, diğer ardıl ayetlerle birlikte ele alındığında; soyut insan aklının yarı somut ön kabulleriyle keşfedilip geliştirilen alfabetik sistemlerle bellek, göz, beyin, algı, organ ve kas arasında gerçekleşen ‘okuma’, ‘öğrenme’ ve ‘yazma’ gibi eylemlerin aslında ‘yaratma’ üst işlemiyle ilişkili birer olgu hâlinde ortaya çıktıkları bilgisine de dolaylı bir vurgu vardır.



Kur’an, insanın neyi okumasının veya neyi okumamasının kritiğini yapmıyor. Bunu tamamen kişinin kendi özgürlüğüne bırakıyor. Konunun, İslam’ın ikincil temel kaynağı olan hadis açısından ele alındığında, yine Kur’an’la eşdeğer bir çizgi taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hz. Peygamber’in hadislerinde, Kur’an’daki bu muhayyerlik vurgusuyla paralellik arz eden, âdeta insanın ruhunu okşayan, neyi okuması gerektiği hususunu herhangi bir yönlendirme ve sınırlandırmaya tabi tutmayan, sadece ‘faydalı olması’ gerçeğine dikkat çeken, nazik, kişisel bir yakarış vardır. Bunlar da "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır." (Tirmizî, Daavât, 128.); "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım." (Tirmizî, Daavât, 68.) şeklindeki hadis-i şeriflerdir. Her iki hadiste de görüldüğü gibi, burada, Hz. Peygamber tarafından bireysel çekince konulan husus, okunacak kitap veya matbuatın neden ve kim tarafından yazıldığı değil, sonuç itibarıyla okunan bilginin kişiye ve insanlara faydalı olup olmamasıyla ilgili bir durumdur. O hâlde Hz. Peygamber’e göre, herhangi bir kitabın veya matbuatın değerini, içindeki bilginin neden bahsettiği değil, bireye ve topluma “ne fayda sağladığı” belirler. Mesela dinamit yapımı ile ilgili bir kitabın, haksız şekilde mala veya cana zarar vermek kastıyla okunması, insana “Allah’a sığınırım” dedirtecek kadar faydasız/zararlı; arazisi sarp bir coğrafyada yol açmak, kayaları parçalamak kastıyla ilgili kişilerce okunması ise faydalı ve lazımdır. İşte Hz. Peygamber’in bilgi veya bilgilenme, dolayısıyla okuma hususunda parmak bastığı bireysel özgürlüğü, kişinin lehine sabitleyen tek ölçü de budur: Her şeyde olduğu gibi, insanın, ‘okuma’ konusunda da ‘yarar’ı gözetmesi, ‘faydalılık ilkesi’ ile yaşamını sürdürmesi...



O hâlde okumaya Kur’an’dan başlayalım. Onun inmeye başladığı ay olan şu ramazan-ı şerifte hatim indirmeye, hem lafzen hem mealen okuyarak mesajını anlamaya, öğüt ve ilkelerini yaşam tarzı hâline dönüştürmeye çalışalım. Ramazan ve oruçla yepyeni bir başlangıç yapalım; kitap okumayı, kaliteli yaşamın olmazsa olmazı hâline getirelim. Hep güzel ve faydalı olanın peşinden koşalım. Zaten Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in yegâne amacı, insanı ve insanlığı hep faydalı olana yaklaştırmak, zararlı olandan da uzaklaştırmak değil midir?