Hz. Meryem: Mabede Adanmış 
Bir Hayat
“Hani bir zamanlar İmran’ın hanımı şöyle dua etmişti: Ey Rabbim! Karnımdaki (çocuğumu) Senin hizmetine adayacağıma söz veriyorum. Benden bunu kabul buyur.” (Al-i İmran, 3/35.)
04/10/2013


Rivayete göre, İmran’ın eşi Hanne’nin uzun süre çocuğu olmamıştı. Bir gün bir kuşun yavrularını beslediğini görünce, içinde çocuk sahibi olma konusunda tarif edilmez bir arzu uyanmıştı. Rabbine yalvarıp yakarmış, kendisine bir çocuk lütfetmesini niyaz etmişti. Rabbi de onun bu dileğini kabul buyurmuştu. Çocuğa hamile kalınca, İsrailoğulları arasında âdet olduğu üzere onu Süleyman Mabedi’nin hizmetine adamıştı. Çocuk doğmadan kısa bir süre önce de kocası İmran vefat etmişti.


 


Konu, Kur’an’ın veciz ifadeleriyle şöyle dile getirilir: 


 


“Hani bir zamanlar İmran’ın hanımı şöyle dua etmişti: Ey Rabbim! Karnımdaki (çocuğumu) Senin hizmetine adayacağıma söz veriyorum. Benden bunu kabul buyur!" (Âl-i İmran, 3/35.)


 


Hanne’nin hamile kalması şehirde duyulmuş, büyük bir merak uyandırmıştı. Halk beklenti içerisindeydi. Mesih gelecek; İsrailoğullarının önüne geçip onları diğer milletlere üstün kılacaktı. Ancak beklenen, erkek değil de kız çocuk olunca büyük bir hayal kırıklığı Celile bölgesini kaplamış, bütün ümitler suya düşmüştü. Kız çocuk âdeta kâbus gibi şehrin üzerine çökmüştü. Öyle ya nereden bilsinler, doğan bu kız çocuğun bir geleceği müjdelediğini, Hz. İsa’yı dünyaya getireceğini.


 


Bu durum karşısında Hanne de şaşırmış; o da hayal kırıklığına uğramıştı. Çünkü erkek çocuk bekliyordu ve onu mabedin hizmetine adamıştı. Çocuğunun yapacağı bu kutsal görevi dört gözle bekliyor, o günleri âdeta iple çekiyordu. Ancak Rabbi ona erkek değil; kız çocuğu nasip etmişti. Kız çocuklar da bu toplumda şanssızdı. Çünkü mabedin hizmeti, erkeklerin tekelindeydi. 


 


Hanne’nin yaşadığı bu şaşkınlığı, Kur’an bizlere şöyle anlatır: “İmran’ın zevcesi çocuk doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği hâlde, ey Rabbim! Onu kız doğurdum. (Mabet hizmetinde ise) erkek, kız gibi değildir. Bununla beraber, ben onun adını Meryem koydum. Onu da onun neslinden gelecekleri de o melun şeytanın şerrinden korumanı niyaz ediyorum.” (Âl-i İmran, 3/36.) 


 


Ayetten de anlaşıldığı gibi, İmran’ın eşi ilk anda şaşkınlığını gizleyememişti. Çünkü kadınlar mabet hizmetlerinde bulunmuyorlardı. Onlar erkekler gibi değillerdi. Oradan dışlanmışlardı. Ancak bu şaşkınlığı uzun sürmedi. Kendinitoparlayarak, kız çocuğun da bir takdiri ilâhî olduğunu hemen hatırlayıverdi. 


 


Hanne doğurduğu çocuğa Meryem ismini verdi. Bu isim de pek anlamlıydı. Çünkü “tapınak hizmetçisi” manasına gelmekteydi. Zaten İmran ailesi de, İsrailoğulları arasında mabet hizmetleriyle meşhur değil miydi? 


 


Evet, Hanne kız çocuk doğurmuştu. Kız çocuklar da köhne bir anlayışın gereği mabet hizmetine adanamıyordu. Ancak o, başta verdiği sözü gerçekleştirmede kararlıydı. Rabbi ona bunu ilham etmiş, kalbine de azim ve sebat vermişti. Dileğini geri çevirmemişti. Aksine kadına karşı olan bütün olumsuz yargılara rağmen, Rabbi onun adağını en güzel şekilde kabul buyurmuştu. Konu, Kur’an’da şu ifadelerle anlatılır: 


 


“Rabbi onu güzellikle kabul buyurdu ve pek güzel bir tarzda onu yetiştirdi. Onu Zekeriya’nın eğitim ve himayesine verdi. Zekeriya onun yanına mabede ne zaman girse beraberinde yiyecekler bulurdu. ‘Meryem! Bu yiyecekleri nereden buluyorsun?’ deyince de o: ‘Bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir.’ derdi.” (Âl-i İmran, 3/37.)


 


Ne var ki, küçük Meryem’in mabede yerleşmesi öyle kolay da olmadı. Din adamları buna ayak dirediler. Ama sevgili annesi de hemencecik bu davadan vazgeçecek değildi ya. Çünkü buna karar verecek olan din adamları değil, aksine Rabbiydi. Rabbi de kararını vermişti: Mabedin kapıları Meryem’e açılacak; kadınları bu kutlu mekândan alıkoyan batıl zihniyet artık sona erecekti. 


 


Din adamları sınıfı bu beklenmedik gelişmeyi kabullenemediler. Çünkü asırlarca benimsenmiş bir gelenek vardı. Örf ve âdetler din yerine geçmiş ve onunla amel edilir olmuştu. Ona itiraz etmek, Yahudi şeriatına muhalefet etmek, din adamlarının yerleşik otoritesine başkaldırmak demekti. Ferisilerin huzuru iyice kaçmıştı. Nasıl olur da bu mukaddes mekâna bir kadın yerleşebilirdi. Bu, mabedin hürmetine saygısızlıktı, onun kutsallığıyla asla bağdaşmayan bir durumdu. 


 


Ferisilere göre, kadının mabede yerleşmesi, bir anlamda bu mekâna bir put dikmekten farksız bir şeydi. Çünkü erkek, şeriatı uygulamak için yaratılmıştı. Kadın ise ona hizmet etmekle yükümlüydü. Bu ikisi birbirine eşit değildi. Çünkü ruhları zaten farklıydı. Özgür bir insanla bir kölenin aynı seviyede tutulması doğru olur muydu? Dolayısıyla, kadın ve erkeğin mabedi eşit bir şekilde paylaşmaları da mümkün olamazdı. 


 


Bu açıdan küçük Meryem’in mabede konulması, İsrailoğulları tarihinde âdeta bir dönüm noktası oldu. Çünkü kadınlar, mabetle yeniden buluşacak; onun manevi feyz ve bereketinden istifade edeceklerdi. Mabet-kadın ilişkisinde yeni bir dönem başlayacaktı. Tabular yıkılacak, din adamları tarafından kesilen kadın-mabet ilişkisi yeniden kurulacaktı.


 


 Kur’an, Hanne’nin ifadeleriyle konuyu anlatırken, adanan çocukla ilgili “muharrer” kelimesini kullanır. Bu, şu anlama gelir: Meryem, her türlü bağ ve bağımlılıktan özgürlüğü temsil ediyordu. Kadının hürriyetini ve köhne geleneklerin esaretinden onun kurtuluşunu simgeliyordu. Yine Meryem, nefsin ve şeytanın tuzaklarından azade olmayı sembolize ediyordu.


 


Rabbi, küçük Meryem’in mabette yetişmesini murat etmişti. Çünkü o, Hz. İsa’nın annesi, ilahî müjdenin taşıyıcısı idi. Dolayısıyla onun bu kutsal mekânda serpilip gelişmesi, etinin, kanının burada imanla yoğrulması önemliydi. Zira mabedin lahuti ortamını yaşayabilenler, hayatın kir ve pasından kendilerini arındırabilirlerdi. İnsanlığın geleceğine ışık tutacak salih nesilleri de ancak böyle kimseler yetiştirebilirdi.


 


Küçük Meryem, bir çiçek misali burada serpildi, gelişti. Büyüyünce de tapınak hizmeti sebebiyle vakitlerinin çoğunu mabedin bir köşesinde geçirdi. Rabbiyle baş başa kalmak, O’na tazarru ve niyazda bulunmak, en çok hoşlandığı anlarıydı. Nasıl olmasın ki? Rabbi ona yürekten kendisine bağlanmasını emretmişti. Rükû edenlerle beraber rükû etmesini, huzurunda secdeye kapanıp tazim ve tespihte bulunmasını buyurmuştu. (Âl-i İmran, 3/43.)


 


Kadınla mabedin buluşmasında rehberliği de bir peygamber üstlenmişti. Zekeriya peygamber, zorlukları aşmasında Hz. Meryem’i himaye etmişti. Tıpkı son elçi Rasul-i Ekrem Efendimiz’in mabetle kadını buluşturmasında olduğu gibi.