İslami Bakışla Varlık ve Servet Algımız

Sahip olma içgüdüsü insanın varlığını ve neslini sürdürebilmesi yolunda sergilediği en temel yöneliştir. Yeryüzünde bize sunulan imkânların sınırlılığı oranında mülk edinme mücadelesi ve rekabet de yoğunluk kazanıyor. Sadece beşerî istek ve iştihaların güdümünde yürütülmesi hâlinde bu mücadelenin, ilk örneğini Kabil olgusunda gördüğümüz kıskançlık, zulüm ve şiddete dayalı bir tabiata bürüneceği açıktır.
23/12/2014


Bu iştihalardan tümü ile soyutlanması hâlinde insanın yaşaması mümkün olmayacağına göre, bir orta yol olarak, kâinata hâkim olan nizam ilkesini beşerî hayata da uygulamak tek seçenek olarak kalmaktadır. İşte vahyin, zulmün karşısına adaleti, şiddetin karşısına barışı, aşırının karşısına vasatı, hırsın karşısına kanaati… koyup her bir ikilemin ortalamasını “itidal” genellemesi ile öne çıkarması buraya dayanıyor. Hayatın her alanında devrede tutulması gereken bu itidal çağrısı, mülk edinme arzusu söz konusu olunca daha geniş ve derin bir önem kazanıyor. Çünkü hayatın her alanı bir şekilde sahip olma eğilimi ile bağlantılıdır. Bu da fıtri bir durumdur.



Fıtrat dini olan İslam meşru olan her türlü kazanç yolunu teşvik eder. “Eşyada asıl olan helal oluştur” hükmü genel geçer bir ilke olarak uygulanır. Mülkiyet ve tasarruf hakkı her türlü saldırıdan korunmuştur. Bununla birlikte dünyanın imarı yolunda faal, çevre ile barışık, üretim ve mal edinmede dengeli bir toplum öngörür. Buna bağlı olarak, imkânların sınırlı olduğu durumlarda sergilenecek tutum kanaattir. Kanaat, fizyolojik nitelikli olan ihtiyaçlar ile psikolojik nitelikli olan arzu ve iştihaların birbirinden ayrıştırıldığı, ihtiyaçların karşılanabildiği yerde arzu ve isteklerin sınırlandırılması hâlidir.



İslami bakış açısıyla, mal sahibi olan kişi gerçekte o malın sahibi değil, emanetçisidir. Malın gerçek sahibi Allah’tır. (Nur, 24/33.) O sebeple emanetçi, elindeki emanet üzerinde onu verenin isteği yönünde tasarruf etmek durumundadır. Böyle davranmadığı hâllerde emanetçi kendini mülkiyet vehmine kaptırmış olur. Hâlbuki mülk sahibi, “Onların mallarında; isteyenler ve (isteyemeyip) mahrum kalanlar için belli bir hak vardır.” (Zariat, 51/19; Meâric, 70/24-25.) diyor. Bu hakların, zekât ve sadaka adı ile ayrılıp sahiplerine verilmesi gerekli. Şartlarını taşıdığı hâlde bu haklardan temizlenmeyen maddi birikim, meşruiyet kazanmamış servet anlamında özel bir kullanımla “kenz” adı ile yaftalanmaktadır. Bu özelliği ile kenz, dünyevi iktidar ve hâkimiyet hırsını tatmin etme aracıdır. Malın kenz olmaktan çıkması ancak zekâtının ödenmesi ve hâkimiyet aracı olarak görülmemesi ile mümkün olmaktadır. (bak. Buhari, Zekât, 4.) Hakkı ödenen mal, vahyin kontrolünde tutulmuş olacağından, elinde bulunduranı da fiilen aynı etki alanında tutar ve insanın güç ve iktidar ihtirasını törpüler. Onu, kendi iştihalarının mahkûmu olmaktan kurtarır. “Onları arındırmak ve temize çıkarmak için mallarından sadaka al” (Tevbe, 9/103.) ayeti, mali ibadetlerin sadece malı temizlemekle kalmayıp insanın ruh dünyasında da aynı etkiyi gösterdiğine işaret etmektedir.



Bir bilgi anlamında değil ama kişisel duygu ve algı olarak söyleyelim ki maddi birikimleri ifade için kullanılan “varlık” kelimesi, “kenz”/“servet” yanında daha sıcak ve insani bir anlam etkisine sahip. Hakkını vermeyip yığdığınız mal “kenz” olurken meşru yoldan kazanılmış hakkı ödenerek durulanmış mal “varlık” oluyor. Bir malın İslam nazarında mal ola bilmesi için onun “mütekavvim” yani dinin bizatihi değer atfettiği bir şey olması, alkollü içki, domuz ve ölü hayvan eti yahut çalıntı mal gibi elde edilmesi yasaklanmış bir şey olmaması gerekir. Demek ki malın mal oluşu, onun maddi yönünden önce dinin o şey hakkında getirdiği değer yargısı ile ilgilidir. Bunun temelinde de, boşuna yaratılmamış olan insanın (Mü’minûn, 23/115.) başıboş bırakılmadığı, eşyaya atfedilecek değer konusunda bile ilahî ilkelerin muhatabı olduğu gerçeğinin yer aldığını söyleyebiliriz.



Mal sahibi olan insanın, bu yapıcı anlamı ile “varlık” algısının devam ettiğini gösteren önemli bir husus da harcama disiplinidir. Kazanırken gözetilen meşruluk ilkesinin harcarken de gözetilmesi gerekir. Bu da savurganlık ve cimrilik etme aşırılıklarından kaçınılması gereğine işaret ediyor.



Sahip oldukları konusunda insana yöneltilen en belirgin uyarı dünya ve dünyalıkların geçiciliği uyarısıdır. Bu uyarı, sahip olunan maddi değerlere “araz” (Nisa, 4/94.) ve “metâ” (Nisa, 4/77.) gibi geçicilik ifade eden kelimelerle atıf yapmak şeklinde veya “Yeryüzünde bulunan her canlı/her şey yok olacaktır” (Rahman, 55/26.) şeklinde açık ifadelerle yapılır. Gerçekte bu uyarılar insanın, tüm geçiciliğine rağmen dünyalıklar karşısında takındığı “kalıcı tavrı”nı besleyen gaflet hâline de işaret eder.



Malın “kenz”e dönüştürülmesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceği Karun kıssasında çarpıcı bir örnek olarak sunulur. (Kasas, 28/76-83.) Kıssanın “kenz”lere sahip azgın kahramanı olan Kârun, kudretine aldanıp Allah’ı unutan insan tipini temsil ediyor. Maddi gücünün “kenz”e dönüşmesinden sakınan “varlık”lı insan ise ona bu imkânı sağlayan Allah’ı hiç unutmaz. Hiçbir kazanç getirici faaliyet onu Allah’ı hatırlamaktan, bedenî, kalbî ve mali görevlerinden alıkoymaz. (Nur, 24/37.) Mutlak malik ile emanetçi arasına giren dünya ve maddi değerler onun dünyasından kovulmuştur.



İnsan değerini bizatihi insan oluşundan alır. Maddi imkânlar ve zenginlik diğer bütün nimetler gibi sadece, hayat mektebinin imtihan konularıdır. (Teğâbün, 64/15.) “Kişinin kendi değerini bir eşyaya, sahip olduğu maddi varlıklara bağlayarak tarif etmesi en büyük yoksulluktur” Ruhi bir yoksulluktur, bir zaaftır bu. Kur’an’ın Mekkeli müşriklerin yaklaşımı üzerinden reddettiği “tekâsür”/zenginlikle ve çoklukla övünme hastalığı bu ruh zaafının tipik bir örneğini oluşturur. Tam da burada Hz. Peygamber’in psikoterapi niteliğindeki şu uyarısını hatırlatmak gerekiyor: “Zenginlik çok mal ile olmaz. Gerçek zenginlik gönül zenginliğidir.” (Ebû Dâvûd, Zühd, 9.) Gönül zenginleri yiyip tükettikleri, giyip eskittikleri yahut sadaka olarak verdiklerinden başkasına sahip olmadıklarını (Müslim, Mukaddime, 53.) bilen insanlardır.



Maddi değerler sadece insanın varlığını sürdürebilmesi, yine maddi olan ihtiyaçlarını gidermesi için vardır. (Nisa 4/5.) Bu sebeple ihtiyaçların tatmin edilememesi mutsuzluk sebebidir. Fakat ihtiyaçtan fazla olan her şeyi de “ruhsal bünye” reddeder. Onun için “rahatlık eşittir mutluluk” formülü gerçeği ifade etmiyor. Tam aksine gereğinden fazla olunca “rahatlık insana batar.” Özellikle iç savunma mekanizmamız hasar görür. Ruhumuzu baskılayan harici etkenler karşısında kendimizi çaresiz hissederiz. Maddi olan hiçbir şeyin bizi rahatlatmadığı “çekilmez” bir hayata çatarız. Böyle olunca da Kanuni Sultan Süleyman’ın “Bütün dünya benim olsa gamım geçmez nedendir bu” şeklindeki sorusu cevap arar durur.



Sahip olduklarımıza, vereni (Allah’ı) hatırda tutarak baktığımızda “mal” (çoluk çocuk, makam, kudret ve diğer bütün değerlerimiz) “nimet”e dönüşür. Bu noktada şükür ve nankörlük yönelişleri ön plana çıkar. Nimetlerden yararlanma sürecinde onları verenin akılda tutulması insanı nimetleri inkâr konumuna düşmekten korur.



Kur’an ve sünnetin, dünyalıklar karşısında takınacağımız temel tutum için ruhumuza üflediği mesaj, “var”ın varlığı ile yokluğunun gerçekte bir olduğu, yokluğa mahkûm olan yerine mutlak var olana bel bağlamak gerektiğidir. Bu mesaj ışığında insana düşen şey, Yunus’un dediği gibi “Ne varlığa sevinirim, Ne yokluğa yerinirim” diyebilecek ufku yakalamaya çalışmak olmalıdır. Beşerî yapımızın bu noktaya ulaştırılabilmesi yolunda önümüz aydınlatılıyor. Önemli olan o yola koyulup başarma azmini göstermek. Bu azmin sergilenemediği durumlarda insana, kontrolsüz iştihalarının etkisiyle, hep isteyen ve asla tatmin olmayan eğilimleri hâkim olur. Sahip olduklarını hep yok sayar; gözü sahip olmadıklarında kalır. Bu ruh hâlindeki insanın en ciddi problemi yetecek kadarına sahip olduğunu görememektir. Nebevi uyarı yapılacak işi gösteriyor: “Sizden aşağıdakilere bakın, üstünüzde olanlara bakmayın. Böyle yapmak Allah’ın verdiği nimetleri küçük görememeniz için uygun olan tutumdur.” (Ebu Davud, Zühd, 9.)



Pek çoğumuz zengin olanın mutlu olacağını düşünürüz. Doğru, ama gönül zengini olmak şartıyla.