HARAMDAN HELALE HİCRET ETMEK

Hicret, Müslümanın, kimlik ve kişiliği ile var olma mücadelesinin bir gereğidir. Haramların alabildiğine çoğaldığı ortam, şart ve durumlarda harama dalıp gitmeyi değil, yaşadığı coğrafyayı değiştirme pahasına bile olsa helale yürümeyi tercih edebilmek, hicrettir.
30/08/2019


Zaman zaman belki fiziksel değil ancak kesinlikle vicdani bir kopuştur bu. Batılı ardına alıp bedelini ödeyerek kalbiyle yürümektir ve sadece Allah’ın hoşnutluğu için haram, pis ve zararlı olanlara “Hayır.” diyebilmektir. Haramdan helale hicret etmek; bağımlılık zincirleriyle yaşamayı değil, özgürlüğü ve fıtrata uygun olanı tercih etmektir. Uzaklaştığımız nefsin, şeytanın, sonu cehennemle neticelenecek gayrimeşru hazların esaretidir.



Haramdan helale hicret eden mümin, bu esarete teslim olup razı gelmemiş, “kendilerine yazık etmiş olanlardan” olmamayı arzu etmiştir. (Nisa, 4/97.) İnsan haramlardan helallere kaçtığı oranda kâmil bir insandır. Ve şüphesiz bu kaçışı göze alıp hicret edenler için barınacak nice güzel yerler, maddi-manevi nimetler ile bol, bereketli ve helal rızıklar vardır. (Nisa, 4/100.)



Burada bahsettiğimiz hicretin, her zaman ve mekânda devam eden manevi bir hicret olduğu ortadadır.  Haddizatında “Fetihten sonra hicret yoktur, ancak cihat ve niyet vardır.” (Buhari, Cihat,1; Müslim, İmare, 86.) şeklindeki hadis-i şerif, hicretin maddi anlamda göç etme boyutundan daha çok, manevi boyutu ile gündemimize alınması gerektiğini düşündürmektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) aşağıda zikredeceğimiz hadis-i şerifte muhaciri yani Allah yolunda hicret etme niyeti taşıyan kişiyi, Allah’ın yasaklarını terk eden, haramlardan helallere hicret eden kişi olarak tanımlamıştır.



“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri, güvende hissettikleri kişidir. Muhacir ise Allah’ın yasakladığı (haram) şeyleri terk eden kimsedir.” (Buhari, İman,4.)



Yine bir başka hadis-i şerifte, “Tövbe etme zamanı sona ermedikçe hicret etme zamanı da sona ermez.” buyurulmuştur. (Ebu Davud, Cihat,2.)  Tövbe kapısının kapatılacağı, yani hicret etme fırsatının ortadan kalkacağı son zaman dilimi ise kıyametin büyük alametlerinden birisi olan güneşin batıdan doğup doğudan batmasıdır. (Ebu Davud, Cihat, 2.)



Haramdan helale hicret, kesin bir niyet ve kararlılığın ifadesidir. Sadece bilincimizle değil, bilinçaltı dünyamızla da onayladığımız bir niyettir, sadece aklımızla değil vicdanımızla da verdiğimiz bir karardır, sadece ayaklarımızla değil bütün benliğimizle yürüdüğümüz bir yolculuktur bu. Konuyla alakalı olarak bir defasında Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) önceki ümmetlerden, eski insanlardan bir örneği dikkatimize sunmuştur. (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48.) Cani bir katil, vahşi bir zalimdir bu adam. İşlediği günahların, ihlal ettiği haramın haddi hesabı yoktur. En başarılı olduğu alan ise adam öldürmektir. Bütün bu çirkefliklerine rağmen, zaman zaman yaşadığı hayatı sorgulamakta ve içerisinde bulunduğu kötü durumdan bir çıkış yolu aramaktadır. Kendisi için yeni bir başlangıç ümidi, tövbe imkânı olup olmadığını soruşturmaya başlar. Dile kolay tam doksan dokuz cana kıymıştır. İlk olarak gittiği rahip, ibadeti çok ama ilmi ve vicdanı zayıf birisi olmalı ki çok sert bir tepki ile karşıladı onu. Allah’ın rahmetini daralttı. Gönlünden tutup bataklıktan çekmeyi değil, ayağıyla tekmeleyip bataklıkta bırakmayı tercih etti. Doksan dokuz kişinin canına kıyan bu adam, onu da ekleyiverdi listeye. Nasılsa iyilik ve güzelliğe hicret etme ümidi yoktu onun için, ne fark ederdi ha doksan dokuz ha yüz. Sonraları bir başka kişiyi tarif ettiler ona. “Git sor bakalım, var mı elinde sana dair bir reçete.” dediler. Haram bataklığına saplanıp kalmış bu gaddar adamın ikinci arayışında Yüce Allah’ın sonsuz merhamet sahibi olduğunu bilen, zaafları ve kuvvetleriyle insan psikolojisini iyi tahlil edebilen gerçek bir âlime denk geldiğini görüyoruz.  “Can boğaza gelmeden haramlardan helale hicret edebilir, hayatına çeki düzen verebilir, Rabbinin affına sığınıp tövbe edebilirsin. Senin ile tövbe arasına kim girebilir?” diye cevap verdi katil adama. Ancak bir şartı vardı. “Sakın memleketine dönme! Çünkü orada kötülüklerin çok olduğu, seni yine eski hâline döndürebilecek bir ortam vardır!” İnsanlara ümit aşılayan bu âlim, o ümidin yeşerip budaklanması için hicret etmeyi de salık veriyordu. İyilik ve güzelliklerin bol olduğu, sadıklar ve salihlerle dolu güzel bir diyara yönlendiriyordu danışanını. Başlayan manevi hicret, maddi bir hicretle de güçlendirilmeliydi. Çünkü üzümler gibi insan da insana bakarak değişirdi. Ne var ki ömrü vefa etmedi adamın. Tam haramları terk etmiş, helal olana, temiz, güzel ve fıtri olana hicret etmişti ki yol üzerinde Azrail canını alıverdi. Rahmet melekleri ile azap melekleri çekişmeye başladılar cenazenin başında. Azap melekleri ettiği tövbe ve giriştiği hicretten habersiz, bu adamın yüz kişinin canına kıymış bir cani olduğunu söylerken, rahmet melekleri “İyi ama tövbe etti ve haramları bırakıp helal olana, Rabbinin rızasına hicret etti.” bu adam diyorlar, onu hararetle savunuyorlardı. Derken bir başka melek geldi yanlarına. Aralarındaki meseleyi halletmek için Allah tarafından hakem olarak gönderilmişti. “Geldiği yerle gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa, adam o tarafa aittir” diye hüküm verdi melek. Melekler iki mesafeyi de ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp götürdü. Hadisin rivayetlerinden birinde Yüce Allah’ın “öteki şehre uzaklaşmasını, beriki şehre de yaklaşmasını emretmesi” üzerine adamın rahmet meleklerine teslim edildiği anlatılır. O hâlde haramlardan helallere manevi hicret; niyet ve kararlılık ortaya konulduktan sonra maddi mesafelerin pek bir önemi kalmamakta, Yüce Allah’ın rahmet ve merhameti insanı kuşatabilmektedir.



Hiç kimse haram batağından kurtulamayacağına dair ümitsiz olmamalıdır. Helale yol bulmak, elbette her zaman mümkündür. “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.” (Zümer, 39/53.)



Yüce Allah, biz kullarının yararına olmak, sağlık, huzur ve mutluluğumuza sebep olmak üzere bazı şeyleri haram, çoğu şeyleri helal kılmayı, hayatımıza helal ve haram çizgileri çizmeyi murat etmiştir. O’nun yaklaşmayın dediklerine yaklaşmamak insanoğlunun en esaslı imtihanlarından biri olmuştur. Hz. Âdem ve Havva annemiz ilk insanlar olarak yaratıldıklarında Bakara suresinin 35. ve 36. ayeti kerimelerinde ifade edildiği gibi kendilerine “Ey Âdem sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” denilmiştir. Ne var ki şeytan onların ayaklarını kaydırmış, o yasaklanan ağacı süslü göstererek onları içerisinde bulundukları bütün nimetlerden mahrum bırakmıştır.



Ayet-i kerimede “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helak etmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” (Nisa, 4/29.) buyurulur. İslam’da haramın önemli bir bölümü insanlara zulmederek haksız yollarla elde edilen kazançtır. Faizcilik, tefecilik, hırsızlık, rüşvet, gasp, yolsuzluk, emeğin karşılığını vermeme vb. yollarla elde edilenler batıl ve haramdırlar. Herhangi bir şeyin elde ediliş şekil ve yönteminin meşru olup olmayışı, ona “helal” ya da “haram” hükmü verilmesi açısından belirleyicidir.



Konunun anlaşılır hâle gelmesi açısından bu ayet-i kerimeye biraz daha yakından bakalım. Ayet aslında haramlardan korunmanın sosyal hayatımıza etkileri üzerinde durmaktadır. Helal ve harama dair toplumsal bilinç, kamu düzeni açısından da önem arz etmektedir.



Şöyle ki malların haksız yollardan elde edilip yenilmesi ve faydalanılması yasaklandıktan hemen sonra “Kendinizi öldürmeyin.” buyurulmuştur. Çünkü haksızlık, hukuki ve sosyal adaletsizlik anarşiyi doğurur ve körükler. Bir kere toplum düzeni bozulup asayiş ortadan kalkınca can güvenliği de tehlikeye düşer; yalnız haksızlığa uğrayanlar değil, başkasının malını haksız olarak alıp yiyen veya başkasının canına haksız olarak kıyan da bu güvensizlikten hatta terörden nasibini alır, kendisi canından olduğu gibi yakınlarının da mal ve canları zarar görebilir.



Yine ayette asıl hedef haksız olarak başkasını öldürmeyi yasaklamak olduğu hâlde bu başkalarını kastederek "Kendinizi öldürmeyin." buyurulması, hayat hakkının korunması bakımından çok güçlü bir vurgu taşımaktadır. Zira kişinin kendi hayatıyla başkasının hayatı arasında fark yoktur, bütün hayatlar eşit derecede korunmaya layıktır, korunma hakkına sahiptir. Birinin canına kıyan kendi canına kıydığını düşünmeli, bu şuur içinde olmalıdır. (Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 50-51.)



Haddizatında İslam, hak, hukuk, adalet, eşitlik vb. mesajları ile daha ilk yıllardan itibaren ezilenler için bir umut hâline gelmiş, Efendimiz’e (s.a.s.) en fazla iman edenler, etrafında en çok kümelenenler; Mekke’nin yoksulları, köleleri, hor ve hakir görülenleri ile haksız kazanca dayalı mevcut sömürü düzenini sorgulayan gençler olmuştur. Yine Kur’an’ın Mekke’de ilk nazil olan ayetleri mesela insanın özgürleştirilmesinden (Beled, 90/13.) (fekkü rakabe) ve fakirlerin doyurulmasından (Beled, 90/14.) bahsetmiştir. Direk ve dolaylı ifadelerle Mekke ileri gelenlerinin servet yığma hırsları, haram kazançları, nimet-külfet dengesini gözetmeyişleri eleştirilmiştir. Örneğin; “Mal toplayan ve onu durmadan sayan, insanları arkadan çekiştiren, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin (hümeze ve lümezenin) vay hâline!” (Hümeze, 104, 1-2.) “Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı.” (Tekasür, 102, 1.) denilmiştir. İslam’ın helal ve harama dair koyduğu hükümler toplumsal boyutundan bağımsız değerlendirildiğinde konunun eksik anlaşılacağı kanaatindeyiz.



Aslına bakarsanız hicreti hazırlayan süreç de helali aramanın, helalin mücadelesini vermenin bir sonucudur. Mekke’den Medine’ye hicretin en önemli sebeplerinden biri, haramın değil helalin belirleyici olduğu bir kamu otoritesi ihtiyacıdır.



Haksız kazancın ve sömürünün son bulması, adalet ve hakkaniyetin esas olması ancak böyle bir hamle ile mümkün olabilecektir. Haksız ve haram kazançları hakkında nazil olan ayetler Mekkelileri telaşlandırmış, kurdukları sömürü düzenine karşı bir alternatif olarak çıkan İslam’dan rahatsızlık duymuşlardır. Mekke’de Müslümanlara karşı uygulanan, baskı, işkence, ambargo vb. olumsuz faaliyetlerin temelinde Mekkeliler için haksız kazanca dayalı ekonomik ve siyasi otoritelerinin sarsılması, bu menfaat ve haram kazançlarını kaybetme endişesi vardır. Hicret böyle bir ortamda bir zorunluluk olarak gündeme gelmiştir.



Dönemin şartlarına dikkatlice bakıldığında görülecektir ki Hz. Peygamber (s.a.s.) ve nazil olan ayetler haram ve haksız kazanca cephe almamış olsaydı, Müslümanlar, Mekkelilerin Haniflere gösterdikleri hoşgörü ve toleransın fazlasına sahip olacak, Kâbe’de rahatça Kur'an okuyup namaz kılabileceklerdi. İslam, kul hakkı yemeyi ve insanları sömürmeyi yasaklamasaydı hicrete hiç gerek kalmayacak, belki de Ebu Talip aracılığı ile Hz. Peygamber’e (s.a.s.) yapılan teklif gerçekleşecek ve Resulüllah (s.a.s.) Mekke devlet başkanı yapılacaktı. Bütün bunlar olamayacağı için sevgili Mekke’den vazgeçilmiş, Medine’de hak, hukuk ve helale dayalı yeni bir medeniyet inşa edilmiştir.



Haram yollardan kazanılan paranın çabucak tükenip bittiğine, haram gıdalarla beslenen vücudun dengesini ve sağlığını daha fazla yitirdiğine şahit oluruz. Haramların ibadetlerden elde edilen manevi lezzetin ortadan kalkmasına sebep olduğu ve duaların kabul edilmesine engel oluşturduğu da bilinen bir gerçektir. (Müslim, Zekât, 65.) Haramlardan helallere hicret etmek maneviyatımız açısından elzem bir vaziyet alış olarak görülmelidir. Haramların elemlere dönüşeceği, temel ihtiyaçlarımız ve hatta keyfimiz için yeteri kadar helalin var olduğu da asla unutulmamalıdır.



“Üzümünü ye bağını sorma.” anlayışının çoğu zaman yanlış sonuçlar doğuracağını göstermesi açısından Hz. Ebu Bekir ve hizmetçisi arasında geçen şu ilginç diyalog ile yazımızı sonlandıralım: Hizmetçisi kendisine bir yiyecek ikram etmiş, her zaman sorduğu hâlde ikramın kaynağını sormayı bu sefer unutmuş ve yemeğe başlamıştı Hz. Ebu Bekir. Birden aklına gelince sormuş ve “Efendim ben cahiliye döneminde falcılık yapardım. O zamanlar falına baktığım bir adam ücretini henüz ödememişti. Geçen gün çarşıda beni gördü ve borcunu ödedi. Ben de o parayla bu yiyecekleri hazırladım.” cevabını almıştır. Bu sözleri duyar duymaz Hz. Ebu Bekir’in benzi sararmış, hemen ağzına parmağını sokup kusmuştur. Bir hayli uğraşıp yediklerini çıkardıktan sonra ise şöyle buyurmuştur: “Eğer bu lokmalar, canım çıkmadan çıkmayacak olsalardı yine de zorlardım. Çünkü ben Allah Resulü'nü (s.a.s.) şöyle derken duymuştum; ‘Haramla beslenen vücuda yakışan cehennemdir.” (Buhârî, Menakibu’l-Ensar, 26.)



Mustafa SOYKÖK / DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2019