Ashabın Kur'ân'ı Ezberleme ve Yazmadaki Gayretleri

Bu yazıda ashabın Kur'ân ve sünneti en güvenilir bir şekilde muhafaza edip, sonraki nesillere eksiksiz ve ziyadesiz aktarmalarının sebepleri üzerinde durmaya çalışacağız:
19/03/2009


  Onlar ümmi olup, okuma yazma bilmiyorlardı. Onların  bu ümmilik özelliği, önemli şeyleri ezberlemeye sevkediyordu. Ancak buna rağmen yine de az sayıda da olsa yazıyı bilenler vardı. Ve bunlardan Hz. Peygamber kendisine vahiy katipleri seçmişti. Kur'ân'ın pek çok kimse tarafından ezberlenmesinin yanında, korunması hususundaki özenden dolayı da ayrıca bu insanlar tarafından yazıyla kaydediliyordu. Hatta ilk zamanlar Hz. Peygamber, kendi sözleriyle Kur'ân'ın başkaları tarafından karıştırılması endişesi, bütün himmetleri sadece Kur'ân âyetlerini yazmaya teksif ettirme düşüncesi ve o gün için yazı malzemesinin azlığı gibi sebeplerden olmalı ki, hadislerin yazılmasını yasaklamıştı. O'nun şu sözü de bunu göstermektedir:



"Benden bir şey yazmayın. Kim benden Kur'ân'dan başka bir şey yazarsa onu silsin. Benim size söylediklerimi başkalarına aktarmanızda size bir günah yoktur. Ancak kim Bana kasıtlı olarak yalan uydurursa ateşteki yerine hazırlansın." Demek ki gerek ezber ve gerekse yazma işi daha ilk günden başlamış, hiçbir karışıklığa meydan vermeksizin sağlam bir şekilde günümüze kadar gelmiştir.



Ashab, zeka ve hafıza yönüyle, tabiatlarının saflığı ve zihinlerinin keskinliği yönüyle büyük bir üne sahiptir. O dönemde çölde yaşayan bu insanlar, ne kadar uzun olursa olsun, duydukları bir şeyi hemen ezberleme melekesine sahiptiler. Hatta onlar, tarihî olayları ve neseplerinin arşivlerini hep hafızalarında topluyorlardı. İslam gelince, onların bu hususiyetini yönlendirerek sözlerin en güzeli olan Kur'ân'ı ve hidayetlerin en doğrusu olan Hz. Muhammed (sav)'in hidayetini koruma yoluna çevirdi.



Onların yaşantıları son derece basitti. Zaruri ihtiyaçlarının dışında, başka şeylerle uğraşmıyorlardı. Bu da onlar için bol vakit, mevcutla yetinme, yokun arkasına düşmemek demekti. Böylelikle düşünceleri duru, zihinleri dinç ve keskin kalıyordu. Onlar da bunları, Kur'ân ve hadisi ezberlemekte kullanıyorlardı.



Onlar, Hz. Peygamber'i gerçek bir sevgi ile seviyorlardı. Hatta bu sevgi onlarda bir inanç haline gelmişti. Psikolojiden de hatırlayacağımız gibi, insan birisini gerçekten sevdiğinde, bu sevgi onu, sevdiğini her yönüyle takip etmeye, onu devamlı anmaya, sözlerini dinlemeye ve aktarmaya, inceden inceye ondan meydana gelen davranışları taklit etmeye götürür. İşte sahabenin Allah'ı ve Elçisi'ni sevmesi, onların Kur'ân'ı ve sünneti korumaları hususundaki en büyük amilleriydi. Zaten ashabın bu konudaki tutumlarının hiçbir delile ve isbata gereği yoktur. Onlar, Rasûlullah'ın ifadesiyle en hayırlı kimselerdir:



"İnsanların en hayırlısı Benim içlerinde bulunduğum asırdır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir."



Onların bu sevgileri, Kur'ân ve sünneti ezberleme yolunda âdeta bir yarışa dönüştü. Kur'ân'ı ezberlediler, Rasûlullah'ın söz, fiil ve takrirlerini takip ettiler, hatta O'nun fizikî birtakım özelliklerini dahi muhafaza ettiler.



Yüce Yaratıcı tarafından insanlığa gönderilen Kur'ân-ı Kerim yüksek bir belagata sahipti. O, bütün inatçı ve kibirlileri susturdu, bütün karşı koyanları aciz bıraktı. Zira o, dünya durdukça Elçisi'nin bir mucizesiydi. Kur'ân'dan sonra ise, sözün en güzelini, en camisini ve en tatlısını Allah Rasûlu söylüyordu. Zira O, insanların en fasihi ve en beliğiydi. Araplar, güzel söze aşık ve aynı zamanda nesir ve nazım olarak en güzel parçaları ezberleme hususunda birbirleriyle yarış halindeydiler. Bu yönüyle de onlar, hep birden sözlerin en güzeli olan Kur'ân'ı ezberlemeye, onu anlamaya ve onunla yatıp kalkmaya başladılar. Tabii olarak aynı durum, sünnet için de söz konusuydu.



Kur'ân ve sünnetin bilinmesi, yaşanması, öğretilmesi ve neşri hususunda büyük teşvikler, onlardan yüz çevrilmesi, ihmal edilmesi ve önemsenmemesi hususunda da büyük tehditler vardı. Bunlar da sahabeyi, gerek Kur'ân ve gerekse sünnet hususunda daha titiz davranmaya sevk ediyordu.



"Allah'ın Kitabını okuyup ona uyanlar, namazı hakkıyla ifa edenler ve kendilerine nasib ettiğimiz imkanlardan, gizli ve aşikâr olarak hayır yolunda harcayanlar, ziyan ihtimali olmayan bir ticaret umarlar. Çünkü Allah onlara mükafatlarını tam tamına verecek, üstelik lütfundan onlara fazlasını da ihsan edecektir. Zira O gafurdur, şekûr'dur (kusurları bağışlar, kulların amellerini ve şükürlerini kabul edip fazlasıyla karşılık verir)."



"İnsanlar için Biz Kitab'da açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz aşikâr delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara Allah lanet ettiği gibi, lanet edebilecek herkes de lanet eder. Ancak onlardan tövbe edip hallerini düzelten ve gerçekleri açıklayanlara gelince: Ben onların tövbelerini kabul ederim. Zira tövbeleri kabul eden, çok merhametli olan Benim."



"Herhangi bir cemaat, Allah'ın evlerinden bir evde toplanır, Allah'ın Kitabını tilavet eder ve aralarında onu müzakere mevzuu haline getirirlerse, şüphesiz üzerlerine huzur ve sekîne iner, rahmet kendilerini kaplar, melekler onları kuşatır ve Allah Teâlâ onları nezdindeki hayırlı topluluk arasında zikreder." (Burada Kur'ân'ın ezberlenmesi için önemli teşvikler vardır.)



"(Farz, vacip, sünnet, müstehap, adap adına) Rasûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının.", "Kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." ( Burada sünnetle ilgili teşvikler söz konusudur.)



Ashabın Kitab ve sünnete gösterdiği hassasiyetin sebeplerinden birisi de Kur'ân ve sünnetin dindeki yerinden kaynaklanıyordu. Evet, Kur'ân, dünya ve ahiret saadetini sağlayan, insanla Allah ve insanla yaşadığı çevre arasındaki ilişkilerini düzenleyen yegâne bir Kitab'dır. Sünnet ise, Kur'ân'ı açıklayan, mücmelini tafsil eden, mutlakını takyid eden, umumisini hususileştiren, mübhemini açığa kavuşturan ve inceliklerini belirten ikinci bir kaynaktır. Kur'ân-ı Kerim'in şu âyeti  de Hz. Peygamber'in bu görevine işaret etmektedir:



"Sana da ey Rasûlum bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar."



Şüphesiz ki ashab, Kur'ân ve sünnetin dindeki yerinin ne olduğunu çok iyi bir şekilde biliyor ve bunun için gerekli olan gayreti sarf ediyorlardı.



Aynı zamanda ortaya çıkan pek çok mesele ve soruların da Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in sözleriyle yakın bir ilgisi vardı. Bu durum da himmetleri coşturuyor, zihinleri uyanık tutuyor ve nazarları bu hususlarda Allah ve Rasûlu'nun vereceği hükümlere çeviriyor ve bu konular üzerinde yoğunlaştırıyordu. Böylelikle de hem vahiy ve hem de Rasûlullah'ın sözleri zihinlerde daha iyi yerleşiyor ve bir daha çıkmamak üzere nakşoluyordu.



Kur'ân-ı Kerim ve Allah Rasûlu'nun, insanları talim ve terbiyede hikmetli davranması, onları İslam'a davet ve irşadda mükemmel bir yol takip etmesi de Kur'ân ve sünnetin zihinlere güzelce yerleşmesini sağlıyordu. Kur'ân, insanları, hem kötülüklerden vazgeçirir ve iyilikleri emrederken, birden değil, fıtrata zor gelmemesi ve kabul etmekte zorlanmamaları için tedrici olarak muamele ediyordu. Dolayısıyla o, toptan değil, 23 sene gibi uzun bir süre içerisinde parça parça nazil oluyordu. Bu da onlar için Yüce Yaratıcı'nın bir rahmetiydi:



"…Allah size güçlük çıkarmak istemez, fakat şükredesiniz diye sizi temizleyip arındırmak ve size olan nimetlerini tamama erdirmek ister."



"Kim makbul güzel işler yaparsa kendi lehine, kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.  Rabbin kullarına asla zulmetmez."



Aynı zamanda âyetler nazil olurken ashab, bizzat buna şahit oluyorlardı. Aynı durum sünnet için de söz konusuydu. Hz. Peygamber, peygamberlik ferasetiyle, onları mükemmel bir cemiyet haline getirip, hatta daha sonraki dönemlerde de saadet asrı olarak isimlendirilen bir konuma çıkarmıştı. Onları çeşitli kötülüklere karşı uyarıyor, tutulması gerekli olan yolu gösteriyor, onlara konunun daha iyi anlaşılması için sorular soruyor, cevaplar veriyordu; kısacası Rasûlullah, bunun için her fırsatı en iyi bir şekilde değerlendiriyordu.



Soru sorup cevabını kendisinin vermesiyle ilgili olarak şu hadisi örnek verebiliriz. Ebû Hureyre rivayet ediyor:



"Hz. Peygamber: müflis kimdir bilir misiniz?" buyurmuş,  ashap da: "Bizim aramızda müflis hiç bir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir." demişler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekatla gelecek olan kimsedir. Ancak şuna sövmüş, buna zina isnadında bulunmuş; şunun malını yemiş;  bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecek. Ve buna hasenatından, şuna hasenatından verilecektir. Şayet davası görülmeden hasenatı biterse, onlann günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır."



Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in kullandığı üsluplardan birisi de, tergib ve terhipti. Yani bazı iyi şeyleri vadederken, kötü şeylerle de korkutmaktı. Bununla ilgili pek çok âyet ve hadis vardır. İşte bu tergibler ve terhipler de, ashabın zihninde iyice yerleşiyor, unutmaları mümkün olmuyordu.



Ashab, Kur'ân ve sünnet vesilesiyle doğru yolu buluyor; herhangi bir şeyin helal ya da haramlığına onlara bakarak karar veriyor; onlardan aldıkları nasihat ve derslere tabi oluyor; bütün düstur ve ilkelerini Kur'ân ve Hz. Peygamber'den alıyorlardı. Şüphesiz, bilinenle amel edildiği zaman, o bilgi zihinlerde daha güzel bir biçimde yerleşmiş olur. Ve unutulması imkansız hale gelir. Ashab, öğrendikleriyle en titiz bir şekilde amel ettiklerinden ve bu konuda son derece titiz olduklarından, hem Kur'ân ve hem de hadisleri ezberlemeleri ve onları muhafaza etmeleri bu durumun gayet normal bir sonucudur.



Yine bu amillerden birisi de Rasûlullah'ın onların içlerinde bulunmasıdır. Rasûlullah, büyük bir sabır ve metanetle, onlara Kitab ve sünneti ezberletiyor, bilmediklerini öğretiyor, sorduklarında cevap veriyor, şüphelendikleri bir konuda onların şüphelerini gideriyordu. Son derece mütevazı, her zaman mütebessim, huyu yumuşak, sertlik ve kabalıktan son derece uzak, yerinde bir baba, yerinde herkesin hizmetine koşan biri, yerinde bir ana durumunda olan Hz. Peygamber, bütün bu iyi vasıflarıyla onlara yaklaşıyor, beraber oluyor ve onlardan bir kimse gibi hayatını yaşıyordu. Böylelikle o, bütün bu güzel hasletleriyle herkesi kendisine çekiyor, Kur'ân ve Kur'ân'ın tefsircisi konumunda olan sünneti öğretiyordu. Böyle bir öğreticinin öğrettiği şeylerin hafızalardan çıkmasının imkanı var mıdır?



Kur'ân, namazlarda, Cuma hutbelerinde, ashabın kendi arasında, küçük-büyük, erkek-kadın, yaşlı-genç demeden okunan bir özelliğe sahipti. Böylelikle onu ezberlemeleri daha kolay bir hale gelmiş oluyordu.



İşte yukarıda saymış olduğumuz bu ve benzeri sebeplerden dolayı, ashab, Kur'ân ve sünneti en güzel bir şekilde muhafaza etmiş, onu kendi hayatlarında yaşamış ve aynı ihtimamla sonraki nesillere aktarılmasını sağlamışlardır.