Rasulullah’ýn peygamberlik misyonu ferdî ve manevî hayatýn olduðu kadar maddî ve sosyal hayatýn da mükemmellik ölçüsünü ortaya koymayý, her iki alanda da insanlara kýlavuzluk yapmayý kapsamaktadýr. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in görevi sadece kendisine verilen vahyi teblið etmekten ibaret olmayýp teblið ettiði dine insanlarý davet etmek, dinin esaslarýný açýklayýp bizzat yaþamak, gönderildiði toplumu bu doðrultuda yönetip yönlendirmek ve yeni bir toplum modeli oluþturarak sosyal bir dönüþümü saðlamak da risalet görevinin bir parçasýydý. Bu sebeple Rasulullah bizzat dini yaþayarak insanlara bunun nasýl mümkün olduðunu göstermiþ, inananlar da her konuda ona uymak ve kendisini örnek almakla sorumlu tutulmuþlardýr. Hz. Peygamber’in insanlýk tarihinde siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduðu deðerleri bilfiil uygulamayý baþardýðý bilinen tek peygamber ve lider olmasý da bu beþerî kýlavuzluk ve önderlik misyonunun bir gereðidir.
Hz. Peygamber bir insan, bir kul olmakla birlikte onu diðerlerinden ayýran, kendisine verilen misyon ve bu misyonun kazandýrdýðý manevi þahsiyettir. Kur’ân-ý Kerim bir taraftan Hz. Peygamber’in beþerî tabiatýna vurgu yaparken diðer taraftan da onun diðer insanlar arasýndaki özel statü ve otoritesini kesin þekilde belirtir. Allah’ýn kendisine itaatle birlikte ona itaati de emretmesi ve eðer inanýyorlarsa anlaþmazlýk konularýný hükme baðlamak için Allah’a ve elçisine götürmelerini emretmesi (Âl-i Ýmrân 3/32, 132; en-Nisâ 4/59; el-Enfâl 8/1), onun manevî önderliði yanýnda bir yönetici olarak otoritesini kabulün de imanýn bir gereði olduðunu ve bu iki itaatin esasta birbirine baðlý bulunduðunu gösterir.
Müslümanlarýn ayrý bir toplum oluþturduklarý Medine döneminde teblið ve irþad görevi yanýnda Hz. Peygamber, ayný zamanda bu toplumu idare eden bir yönetici kimliði sergiledi. Onun peygamberlik görevi tamamen fikrî ve ruhî öðütle sýnýrlý olmayýp bir Ýslâm toplumu (ümmet) kurma amacýna baðlý olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadýðýndan Medine döneminde inen âyetler sadece dinî alanda deðil sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî alanlarda da süratli bir kurumlaþmanýn gerçekleþmesine, dinamik bir toplumsal yapýnýn oluþmasýna zemin hazýrlamýþtýr. Bu dönemde Hz. Peygamber’in yönetiminde þahid olunan geliþmelerle Arap yarýmadasýndaki siyasî yapý çeyrek asýr içinde deðiþmiþ, birçoðu göçebe ve yarý göçebe kabileler halinde yaþayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleþip bir millet haline gelmiþlerdir. Ýslâm öncesi Arap toplumunda hakim dinî ve sosyal kavram ve kurumlara karþý büyük bir mücadele veren Rasulullah Medine’de ferdî ahlak ve sosyal adalet bakýmýndan bir çürüme içinde bulunan toplumda yeni ahlakî ve sosyal bir düzen kurmaya çalýþtý. Kabilevî düþmanlýklarý, sosyal adaletsizlik ve eþitsizlikleri ortadan kaldýrdý; doðuþtan var kabul edilen üstünlük kavramýný yýktý, toplum fertlerini birbirinden ayýran yapma engelleri kaldýrdý. Kardeþlik, karþýlýklý dayanýþma ve sevgi esasýna dayanan bir toplum meydana getirdi. Kýz çocuklarýnýn öldürülmesini ve kadýnlara kötü muamele yapýlmasýný önledi. Boðucu bir itaat kuralý altýnda ezilen kadýný erkekle hayatý ortak bir þekilde paylaþan, karþýlýklý hak ve sorumluluklara sahip bir seviyeye yükseltti. Aile hukuku alanýnda (evlenme, boþanma, miras) kadýnla ilgili getirilen hükümler, kadýnlarý baðýmsýz varlýklar gibi görmeyen eski anlayýþlarý yýktý. O günkü uluslararasý þartlar çerçevesinde bir devletin tek taraflý kararýyla kaldýrýlmasý mümkün olmayan köleliðin tedricî bir þekilde ortadan kalkmasý için gerekli tedbirleri aldý. Öyle ki kýsa bir süre sonra azad edilmiþ köleler (mevâlî) ilim, sanat ve diðer alanlarda efendilerinin önüne geçer hale geldiler.
Allah Resûlü’nün bu baþarýsý temelde ilahî teyide dayanmakla birlikte onun bir yönetici olarak sahip bulunduðu þahsî meziyetlerden de ayrý düþünülemez. Aksi takdirde sosyal hayattaki kýlavuzluk rolünü anlamada ve izahta zorlukla karþýlaþýlýr. Bu çerçevede güçlü ve saðlýklý bir vücut yapýsý, derin bir anlayýþ ve kavrayýþ kabiliyeti, saðlam bir hafýza, etkili hitabet, ihlas, sabýr, cesaret, hilim, cömertlik, haya, iyi geçinme, þefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, emanet, iffet, doðruluk gibi üstün vasýflarý yanýnda bir lider olarak sahip olduðu siyâsî bilgelik, sezgi ve basirete iþaret etmek gerekir. Onun, Allah’ýn yardýmýndan asla ayrý düþünmediði ve þahsýna pay çýkarmadýðý büyük baþarýsýnýn ipuçlarýný veren bazý uygulamalarý zikretmek ilginç olacaktýr. Rasulullah’ýn görev verdiði kimseler hakkýndaki ölçüsü liyakat ve ferdî ehliyet idi. Baþka konularda bilgi ve yetenek sahibi olsa da bir iþin üstesinden gelemeyeceðine inandýðý kimseyi göreve getirmemiþtir. Meþhur sahabi Ebû Zer el-Gýfârî’nin bu yöndeki bir talebini, görevin sorumluluðunu taþýyamayacaðýný belirterek kabul etmemiþti, amcasý Abbas’ýn bu yöndeki bir isteðini de geri çevirmiþti. Bu bakýmdan ashabý bir görevi bizzat istemekten sakýndýrmýþ ve bir iþe talip olanlara da görevi tevdi etmeyeceðini ifade etmiþti. Yönetimde kabile üstünlüðü, soyluluk, zenginlik veya sýnýf deðil inanç ve deðerleri esas almýþ, herkese kabiliyet ve gayreti çerçevesinde kendisini gerçekleþtirebileceði fýrsat eþitliði tanýmýþtý. Bu sebeple ehil olan genç sahabileri önemli görevlere getirdiði görülür. Amr b. Hazm Necran’a vali tayin edildiðinde yaþý on yedi idi. Mekke’nin fethi sýrasýnda müslüman olan Attâb b. Esîd’i bu þehre ilk vali tayin ettiðinde yirmi yaþlarýnda, hatta daha küçük olduðu kaydedilir. Hz. Ali’yi Yemen’e kadý olarak gönderdiðinde, o daha genç yaþta olduðunu ve hususta tecrübesi bulunmadýðýný söylemiþ, Rasulullah kendisine dua ederek ve bazý tavsiyelerde bulunarak baþarýlý olacaðýný bildirmiþti. Hz. Peygamber’in vefatý arefesinde göndereceði ve içinde büyük sahabilerin de bulunduðu orduya kumandan tayin ettiði Üsâme b. Zeyd’in yaþýnýn o sýrada yirmi olduðu kaydedilir. Hicretin 8. yýlýnda Yemen’e yönetici, kadý ve vergi tahsildarý olarak gönderilen Muâz b. Cebel 23 yaþýndaydý. Ehil olmayan kiþilerin göreve getirilmesini kýyamet alameti olarak görmesi yanýnda1“Kim bir topluluk içinde Allah’ýn daha çok razý olduðu biri olduðu halde diðer birisini göreve getirirse Allah’a, resulüne ve mü’minlere ihanet etmiþ demektir”; “Kim müslümanlarýn bir iþini üstlenip de kendisine duyduðu sevgi sebebiyle birini onlarýn baþýna getirirse Allah’ýn laneti onun üzerine olsun; (bu günahýna karþý) Allah ondan ne bir tevbe ne bir fidye kabul eder” mealindeki hadisler Rasulullah’ýn bu konudaki hassasiyetinin bir göstergesidir.
Yönetimde vazgeçmediði prensiplerden biri de danýþma idi. Baþta önemli kararlar olmak üzere birçok iþte ashabýn ileri gelenlerine danýþýp görüþlerini alýr, Uhud savaþýnda olduðu gibi bazan kendi kanaatine uymasa bile istiþare sonucu oluþan kararý uygulardý. Hz. Ebubekir ile Ömer’in kendi vezirleri (yardýmcý, danýþman) olduðunu belirten Rasulullah, iyi niyetle, hayýr ve sevap umarak görevini yerine getirmek isteyen yöneticiye Allah’ýn iyi yardýmcý ve danýþman (vezir) nasip edeceðini, kötü niyetli yöneticiler için ise aksi durumun söz konusu olacaðýný haber vermiþtir.2
Rasulullah’ýn yönetici ile yönetilenlerin arasýndaki engelleri kaldýrmak hususunda da çok hassastý. “Kim insanlarýn bir iþini üstlenir de zayýf ve güçsüzlerle arasýna engeller koyarsa kýyamet günü de Allah onun önüne engel çýkarýr”; “Kim müslümanlarýn iþini üstlenir de sonra yoksullara, haksýzlýða uðrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapýsýný kapatýrsa Allah da onun ihtiyacýna karþý rahmet kapýlarýný kapatýr” ve “Ýhtiyacýný ulaþtýramayan kimsenin ihtiyacýný bana ulaþtýrýn. Kim ihtiyacýný ulaþtýramayan kimsenin ihtiyacýný bir sultana ulaþtýrýrsa, Allah kýyamet günü onun iki ayaðýný sabit kýlar” mealindeki hadisler bu konudaki uygulamalarýna iþaret eder. Bu amaçla halkýn arasýna girer, çarþý ve pazarý dolaþýr, þikâyetleri dinler ve gerektiðinde olan bitenlere müdahale ederdi. Bir iþle görevlendirdiði kimselere “müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaþtýrýn, zorlaþtýrmayýn” tavsiyesinde bulunurdu.
Hz. Peygamber’in ferdî ve sosyal hayatta olduðu gibi diðer toplumlara yönelik dýþ siyasetindeki hareket tarzý da onun peygamberlik misyonundan ayrý düþünülemez. Onun, kendisine ve inananlara en büyük haksýzlýðý yapan ve sonunda yurtlarýndan eden Mekkelileri çembere almak için eskiden beri Kureyþ’in etrafýnda dönüp dolaþan kabileleri ittifak antlaþmalarýyla kendisine baðlamayý ve kuzeye giden kervan yollarýný kontrol etmeyi öngörmesi, kendi zamaný için de ileri bir adým sayýlan büyük bir diplomatik maharetti. Mümkün olduðu kadar çok sayýda müttefik edinmek, kabile içi veya kabileler arasý ihtilaflardan faydalanmak Rasulullah’ýn izlediði dýþ siyasetin önemli bir parçasýydý. Bu þekilde Kureyþ’in iktisadî yönden zayýflatýlarak direncinin kýrýlmasý, Medine’yi tehdit etmesinin engellenmesi ve ona karþý mümkün oldukça kan dökülmeden üstünlük saðlanmasý amaçlanmýþtý.
Hz. Peygamber’in düþmanýn þaþkýnlýðýna ve ashabýn muhalefetine raðmen üstün bir ön seziyle imzaladýðý Hudeybiye antlaþmasý gerek fedakarlýk ve temkin bakýmýndan, gerek geleceðe yönelik amacýný gizlemek bakýmýndan örnek bir ders teþkil eder. Bu antlaþmayla Kureyþ onu siyasî anlamda tanýdýðý gibi müslümanlarýn Kabe ve hac konusundaki iddialarýný da kabul etmiþti. Ayrýca, þekli kendi yaptýklarýndan farklý da olsa müslümanlarýn bir yýl sonra eda ettikleri umre ibadeti de Ýslâm’ýn kendilerine yabancý bir din olmadýðý ve Mekke’nin dinî önemi konusunda bir tehlike teþkil etmediði yolunda Mekeliler üzerinde müsbet bir etki býrakmýþtý. Yine bu sayede Hz. Peygamber Mekkeliler’in önünde askerî gücünü ve belki daha da önemli olarak deðiþmeyen ahlakî ve manevî nüfuzunu gösterme fýrsatýný elde etmiþti. Bu antlaþmayla saðlanan barýþ ortamýnda insanlar Ýslâm’ý daha yakýndan tanýma fýrsatý bulmuþ ve bunu takip eden iki yýl içinde müslüman olanlarýn sayýsý önceki yirmi yýlda gerçekleþenden daha çok olmuþtu. Hz. Peygamber’in Mekke’ye karþý düþmanlýk beslemediðini de açýkça ortaya koyan bu teþebbüs ona gerek stratejik hareket gerek askerî taktik bakýmýndan üstünlük saðlamýþtý. Ayrýca Kureyþ’ten çekinen bazý kabileler müslümanlarla antlaþma yapma imkaný bulduðu gibi Kureyþ’le yahudiler ve diðer müþrik kabileler arasýndaki ittifak da etkisiz kýlýnmýþtý. Bu geliþmeler karþýsýnda Mekke’nin önde gelenleri de þehrin statüsünün korunmasý için artýk Ýslâm ümmetine dahil olmaktan baþka yol kalmadýðýný hisseder olmuþlardý. Müfessirlerin çoðunluðu Hudeybiye Antlaþmasý’ndan sonra Medine’ye dönülürken nazil olan Fetih Sûresi’nde Rasulullah’a nasip kýlýndýðý belirtilen “feth-i mübin” den (apaçýk fetih, büyük fetih) maksadýn bu antlaþma olduðu görüþündedir.
Mekke’nin fethi ve sonrasýndaki iltihaklarla Arap yarýmadasý tamamen Ýslâm hakimiyetine geçip buradan kaynaklanan tehditler bertaraf edildiyse de Arabistan dýþýndaki devletlerden gelen tehditler onlara karþý da tedbir almayý gerektirdi. Tebük seferi (9/631) bu amaçla düzenlenmiþtir. Bizans Devleti, Sasanilere karþý baþarý elde ederken Suriye, Filistin ve Mýsýr monofizitlerine karþý uyguladýðý baský sebebiyle bu bölgelerdeki nüfuzunu gittikçe kaybediyordu. Böyle bir ortamda Bizans’ýn sýnýrý olan Tebük’e yapýlan seferde Bizans ordusuyla karþýlaþýlmadýysa da bölgedeki Eyle hýristiyanlarý ile Cerbâ, Ezruh ve Maknâ yahudi topluluklarý ile Hicaz-Suriye kervan yolu üzerinde hýristiyan Arap kabilelerinin oturduðu önemli bir mevki olan Dûmetülcendel itaat altýna alýndý. Böylece Bizans’ýn nüfuz alanýna giriþin devamlý olacaðý ortaya konuldu. Tebük seferi baþlý baþýna büyük bir stratejik harekat olup müslümanlarýn büyük cesaret ve direncini göstermekle kalmamýþ, sýnýrlarýný fiilî veya potansiyel düþmanlardan koruma hususundaki güçlü irade ve azimlerini de ortaya koymuþtur. Ayrýca dýþta Bizans ve Arap yarýmadasý çevresindeki diðer devletlere, Medine’de kendi halkýnýn güvenliðini saðlayacak güç ve iradeye sahip bir yönetim bulunduðunu, içeride ise kabile reislerine ülke içi güvenliði ve barýþý ihlal edecek davranýþlardan sakýnmalarýný ihtar etmiþtir.
Allah Resulü’nün diplomatik maharetine bir örnek de Mekke fethi sýrasýndaki tavrýdýr. Rasulullah Kabe’ye sýðýnanlar yanýnda þehrin o zamanki en nüfuzlu lideri olan Ebû Süfyân’ýn evine sýðýnanlarýn da güven içinde olacaklarýný ilanla hem onu onurlandýrmýþ hem halk arasýnda müsbet bir etkinin uyanmasýný saðlamýþtýr. Fetih sýrasýnda ensarýn sancaðýný taþýyan Sa’d b. Ubâde’nin bugün artýk savaþ günü ve haramlarýn helal kýlýndýðý gün, Allah’ýn Mekke’nin baþýný önüne eðdiði gün olduðunu söyleyerek þehrin yaðmalanacaðýný ima ettiði haberinin kendisine ulaþmasý üzerine Rasulullah bu günün baðýþlama günü olduðunu ve Allah’ýn Mekke’yi asýl bugün yücelteceðini belirterek onu derhal görevden alýp yine büyük bir siyasî bilgelikle yerine oðlu Kays’ý tayin etmiþ, müslümanlara en büyük düþmanlýðý sergileyen Kureyþ’i büyük bir alicenaplýkla tamamen affedip þehirdeki psikolojik havayý bir anda deðiþtirmiþ ve halkýn hemen tamamý o gün ve ertesi gün Ýslâmiyet’i kabul etmiþtir.
Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra orada kalmayýp Medine’ye dönmekle hem en zor dönemde kendisine yardým eden ensara karþý vefa göstermiþ hem de Ýslâm devletine merkez olan bu þehirde kalarak ümmetin birliðini koruma yönünde siyasî bir basiret sergilemiþti. Ensar’ýn Mekke fethedildikten sonra Rasulullah’ýn kendi memleketinde kalacaðýndan büyük bir endiþe duymasý üzerine onlarý toplayan Hz. Peygamber, “Asla! Adým (ýn anlamý) ne olacak o zaman? Ben Muhammed’im, Allah’ýn kulu ve elçisiyim. Ben Allah’a ve size hicret ettim; hayatým da sizinle ölümüm de sizinledir”3 diyerek kendilerini terk etmesinin vefasýzlýk olacaðýna ve “hamd” kökünden türeyen adýyla çeliþeceðine iþaret etmiþti.
Askerlik ve savaþ üzerine yazan müelliflerin baþarýlý bir savaþ stratejisi için gerekli gördükleri organizasyon, moral, sürpriz, hücuma dayalý aksiyon, güvenlik, hareketlilik, sürat, gücün tasarruflu kullanýlmasý, tek kumanda, bölge coðrafyasýnýn askerî amaçlar için etkin kullanýmý gibi temel prensiplerin Hz. Peygamber tarafýndan büyük bir beceri ve baþarýyla uygulandýðý görülmektedir. Her þeyden önce Kur'ân’da da ifade edildiði üzere (et-Tevbe 9/13) düþmanlarýyla ilk olarak savaþa baþlayan o olmamýþtýr. Tebliðine düþmanca karþý konulmasý üzerine kendisi ve baðlýlarýný korumaya ve davetini kabul edecek kimselerin baský altýnda kalmasýný önlemeye çalýþmýþ, bütün savaþ stratejisini askerî operasyonlara olabilecek en asgarî düzeyde baþvurmak ve can kaybýný en az seviyede tutmak amacýna dayandýrmýþtý.
Hz. Peygamber her savaþta uyguladýðý stratejiyle düþmana sürpriz yaptý, ayný taktikleri savaþlarýnda iki kez hemen hiç kullanmadý. Düþman sýk sýk onun kuvvetlerini kapýsý önünde görüp þaþýrdý. Büyük harekâtlarýndan altýsýnda, küçüklerin dokuzunda düþman tamamen sürprizlerle karþýlaþtý. Düþmaný hazýrlýksýz yakalamadaki baþarýsý o derece hayret vericidir ki askerî seferlerinin ancak üçte biri kadarýnda savaþ meydana gelmiþtir. Gönderdiði seriyyelerin de 32’sinde düþman tamamen sürprizle karþýlaþýp direnemedi; karmaþa içinde ya kaçtý veya teslim oldu. Yalnýz dokuzunda küçük çaplý çatýþmalar, Mute’de ise savaþ meydana geldi.
Hz. Peygamber operasyonlarýný büyük bir gizlilik içinde tuttu ve fiilen savaþ alanýna varýncaya dek niyetinin düþman tarafýndan bilinmesine imkan vermedi. Bunun için karmaþýk ve bazan da aksi yol ve istikametlere yöneldi. Gerçek hedeflerinin düþman tarafýndan, hatta gerçekleþinceye kadar kendi emrindekiler tarafýndan bile bilinmemesine, düþmaný yanlýþ hedeflere yönlendirmeye büyük özen gösterdi.
Yukarýda iþaret edildiði üzere Hz. Peygamber’in savaþ stratejisinde insan ve mal kaybýný asgaride tutmak önemli bir amaçtý. Bu sebeple her harekatta silahlý çatýþma olmamasý için özel tedbirler alýr, anlaþmazlýðýn savaþ yapmadan halli için bütün gayretini gösterirdi. Ancak mecbur kalýnca savaþýr ve askerlerine savaþa karýþmayanlarý öldürmemelerini emrederdi. Bütün Arap yarýmadasýnda Ýslâm hakimiyetinin saðlandýðý on yýl içinde Hz. Peygamber’in katýldýðý dokuz savaþta müslümanlarýn kaybý rivayet farklýlýklarýna göre en fazla 147, düþmanýn kaybý ise 288 olarak gösterilmektedir. Seriyyelerde ise müslümanlarýn 119, düþmanýn 473 kayýp verdiði kaydedilir. Böylece her iki tarafýn toplam kaybý en fazla 1000 civarýnda bir rakama ulaþmaktadýr.
Dipnot
* Marmara Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesi Öðretim Üyesi
1- Buhârî, “Ýlim”, 2
2- Buhârî, “Ahkâm”, 42; Ebû Davud, “Ýmâre”, 4; Nesâî, “Bey’a”, 33
3- Müslim, “Cihâd”, 84-86; el-Müsned, II, 538
|