Hicret, sözlükte; "kiþinin herhangi bir þeyden bedeni, lisan veya kalbiyle ayrýlýp uzaklaþmasý", anlamýna gelmektedir. Terim olarak ise, genel manada "gayrý müslim ülkeden Ýslâm topraklarýna göçetme" anlamýna gelmekle birlikte, Ýslâm tarihinde daha çok Hz. Peygamber'in ve Mekke'li Müslümanlarýn Medine'ye göçünü ifade eder. Bu sebeple Medine'ye göçen Müslümanlara (Muhacirûn) muhacirler, denmiþtir. Hicret, aslýnda büyük davalarýn ayrýlmaz bir parçasýdýr. Ýnsanlýk tarihine hýzlýca bir göz gezdirildiðinde görülür ki, toplumsal yankýlarý ve etkileri büyük olan hareketlerin önderleri ve taraftarlarý, davalarýnýn belli bir safhasýnda mutlaka hicret olgusu ile karþý karþýya kalmýþlardýr. Yine tarihin ortaya koyduðu bir gerçektir ki, büyük davalar, asýl baþarýlarýný hicret sonrasýnda yakalamýþlardýr. Ýnsanlýk tarihinin en köklü ve en asil hareketi, hiç þüphe yok ki, Peygamberler aracýlýðý ile insanlýða ulaþtýrýlan risalet davasýdýr. Kur'an-ý Kerim, bu asil davayý insanlýða sunan peygamberlerin hemen hepsinin, aþýrý bir muhalefetle karþýlaþtýklarýný ve sonuçta hicret etmek zorunda kaldýklarýný örneklendirerek ortaya koymaktadýr. Söz gelimi, Hz. Ýbrahim, kavminin kendisini ateþte yakma teþebbüsünün ardýndan "Doðrusu ben Rabbimin emrettiði yere hicret ediyorum" demiþ ve ardýndan Filistin ve Mýsýr üzerinden Ken'an diyarýna geçmiþtir. Hz. Lut, Peygamberlik vazifesini icra ederken inkarcýlarýn azgýnlýk ve taþkýnlýklarý karþýsýnda Cenab-ý Hak'tan aldýðý emirle bir gece vakti inananlarla birlikte yurdundan ayrýlmýþ ve kendisine bildirilen yere hicret etmiþtir (Hûd, 80-81), (Hicr, 65). Kavminin ileri gelenleri, "Ey Þuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çýkaracaðýz, yahut dinimize döneceksiniz." (A'raf, 88) demek suretiyle Hz. Þuayb'ý ve ona baðlanan müminleri hicrete zorlamýþlardý. Yine Kur'an'da Hz. Musa'nýn Firavun'un baskýlarý sonucu Ýsrailoðullarý ile birlikte Mýsýr'dan hicret ettiði anlatýlmaktadýr (Yunus, 90; Taha, 77-78). Öte taraftan Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin kýssalarý anlatýlýrken, onlarýn Allah'ýn elçilerine; "Elbette sizi yurdumuzdan çýkaracaðýz ya da dinimize döneceksiniz" dedikleri belirtilir. Allah'ýn elçilerinin kavimlerinin batýl inançlarýna dönmeleri mümkün olmadýðýna göre, söz konusu tehditlerin inananlar açýsýndan hicretle sonuçlandýðýný tahmin etmek zor deðildir. Yüklendiði risalet vazifesinin tabiî bir sonucu olarak Hz. Peygamber'in de, týpký selefleri gibi, bir gün hicret olgusuyla karþý karþýya geleceði muhakkak. Zaten Kur'an'da, özellikle Mekkî ayetlerde sýk sýk geçmiþ peygamberlerin kavimleri tarafýndan yurtlarýndan çýkarýlmýþ olmasý hususuna ithafta bulunulmasý da, esas itibariyle gerek Hz. Peygamber'i, gerekse Mekke'li Müslümanlarý psikolojik olarak hicret olgusuna hazýrlama hedefini taþýmaktaydý. O, bilindiði gibi Hz. Peygamber tevhidin dejenere olmasýna baðlý olarak þirkin egemen olduðu, adaletin herkes için geçerli ve uygulanabilir olmaktan uzaklaþtýðý, kabilecilik anlayýþýnýn baskýsýyla toplumsal bünyenin parçalandýðý ve kabileler arasý çatýþmalarla insan hayatýnýn heder edildiði, kan davalarýnýn genel manada bir toplumsal kaynaþmayý imkansýz kýldýðý, güçlünün gücü nedeniyle haklý, güçsüzün zayýflýðý nedeniyle haksýz olarak görüldüðü, servetin zenginler arasýnda döndüðü, köleliðin bir kader olarak kabul edildiði, kiþinin bir gün mutlaka hesaba çekileceði endiþesiyle kötü davranýþlardan kaçýnmasýnda ve iyi davranýþlar sergilemesinde son derece etkili bir faktör olan ahiret inancýnýn hemen hemen yok olduðu bir toplumsal yapý ve çevrede ortaya çýktý. Kendisine yüklenen ilahî vazifenin temel hedefi, içinde yaþadýðý toplumdaki iþte bu ve burada sayýlamayan diðer olumsuz þartlar ve görüntüleri islah etmekti. Bu maksatla peygamberliðini ilan ettiði ilk günden itibaren kendisinden önceki peygamberlerin yaptýðý gibi, toplumun bir kesiminin veya bir zümresinin deðil, bütününün saadetini hedefleyen, önünü aydýnlatan, Kur'anî ifadeyle toplumu "zulmetten nura çýkaran" temel insanî deðerleri dillendirmeye baþladý. Bu meyanda, içinde yaþadýðý topluma, insaný yaratýcýnýn dýþýnda yaratýlmýþa da kul eden, sonuçta insan aklýný perdeleyen ve basiretini baðlayan þirk inancý yerine bireyin yalnýzca Allah'a baðlanmak suretiyle diðer bütün varlýklar karþýsýnda özgürleþmesini saðlayan tevhidi, bölücü ve parçalayýcý kabilecilik anlayýþý yerine kapsayýcý ve birleþtirici inanç kardeþliðini, adaletin sýrf güçlüler için deðil, haklý olan herkes için geçerliliðini, servetin belli ellerin tekelinde kalmasý yerine toplumunun genelinin refahýna katký saðlayacak þekilde daðýlýmýný, her insanýn mutlaka iyi ya da kötü yaptýðý her iþin hesabýný vereceði bir büyük sorgu gününün (ahiret) varlýðýný... teblið etti.
Hz. Peygamber'in bu çaðrýsý, baþlangýçta pek önemsenmedi. Hatta istihza ile karþýlandý. Ancak Hz. Peygamber, saðlýklý iþleyen bir topluma degil, yukarýda çerçevesi çizildiði þekliyle bir çok alanda buhranlar geçiren, maðdurlarý çok ve maðduriyet psikolojisinin yaygýn olduðu bir topluma böyle bir tebliðde bulunuyordu. Üstelik dile getirdiði deðerler ve görüþler, hem insaf sahipleri hem de özellikle maðdurlar tarafýndan bir "kurtuluþ reçetesi" olarak görülmekteydi. Bu sebepledir ki, baþlangýçta Mekke'nin ileri gelenleri tarafýndan istihza ile karþýlanan ve pek önemsenmeyen Hz. Peygamber'in etrafýnda kýsa sürede bir inananlar kitlesi oluþmaya baþladý. Mekke'nin ileri gelenleri, Hz. Peygamber'in davetinin gün geçtikçe taraftar bulmasýný gördükleri andan itibaren, meseleye farklý bir gözle bakmaya ve buna bað1ý olarak da yeni hareketi, kendi lehlerine iþleyen, kurulu düzeni hedef alan ciddi bir lehdit olarak algýlamaya baþladýlar.
Baþlangýçtaki yumuþak ve umursamaz tavýrlarýný bir tarafa býrakarak, Hz. Peygamber'e ve yeni þekillenmekte olan müslüman topluluðuna karþý katý ve sert bir tavýr sergilemeye yöneldiler. Biraz açarak ifade etmek gerekirse, Mekke ileri gelenlerinin Hz. Peygamber'e muhalefet ediþlerinin gerisinde bazý temel sebepler yatmaktaydý. Her þeyden önce onlar Mekke'deki kurulu düzenin önderi konumundaki kimselerdi. Dolayýsýyla bu düzen tabiî olarak onlar lehine iþleyen, bir özelliðe sahipti. Hz. Peygamber'in tebliðe baþladýðý andan itibaren sözünün dinlenmesi, doðru yola ulaþtýran bir önder olarak algýlanmasý ve buna baðlý olarak da gün geçtikçe etrafýndaki halkanýn geniþleme istidadý göstermesi, Mekke'li önderlerce kendi liderliklerini tehdit eden bir geliþme olarak deðerlendirilmekleydi. Dahasý, eðer liderlikleri tehlikeye girerse, Mekke gibi dinî ve ticarî bir merkeze hükmetmekle elde ettikleri sýnýrsýz menfaatler ve maddî kazançlarýn azalacaðý yahut tümden yok olacaðý endiþesine kapýlmýþlardý. Sonra Hz. Peygamber'in risalet görevi çerçevesinde Arap torlumundaki yukarýda bir kýsmý zikredilen yanlýþ gelenekleri ve uygulamalarý tümden deðiþtirmeyi hedeflemesi de sözü edilen önderleri ciddi bir biçimde rahatsýz etmekteydi. Çünkü onlar açýsýndan geleneklerin, yanlýþ da olsalar, statükonun devamýna katkýsý olduðu için muhafaza edilmesi önemliydi.
Bu sebepledir ki, kendilerine her ne zaman "Allah'ýn indirdiklerine uyun" çaðrýsý yapýlsa, onlar ýsrarla "...Hayýr, biz babalarýmýzý üzerinde bulduðumuz þeye uyarýz." (Âraf, 28; Lokman, 21) demekteydiler.
Diðer taraftan Kur'an, her nimetin kaynaðýnýn Allah olduðunu unutup mal, mülk ve evlatlarýnýn çokluðu ile övünmelerini þiddetle tenkid ediyor; bunlarýn Allah katýnda hiç bir deðerinin olmadýðýný, bilakis sahiplerinin kýyamet günü büyük bir azapla karþýlaþmalarýna vasýta olacaðýný ifade ediyordu. Böyle bir tenkit, bir yandan Mekke'li önderlerin inat ve muhalefet duygularýný kamçýlarken diðer yandan bunlarýn maðdur ettiði kesimler arasýnda onlara karþý Hz. Peygamber'in baþlattýðý özgürlük hareketine katýlma eðilimini güçlendiriyordu. Mekke'li müþrikler, Hz. Muhammed'in yükseliþini önlemek, daha doðrusu Ýslâm'a daveti tümden yok etmek için yoðun bir çabanýn içine girdiler. Bu baðlamda Hz. Peygamber'in aile büyükleriyle konuþarak, onu engellemelerini istediler. Bu teþebbüs baþarýlý olmayýnca, karþýlýklý taviz verme esasýna dayalý olarak Hz. Peygamber'le uzlaþma arayýþý içine girdiler. Onlar, Hz. Peygamber'in risalet silsilesi çerçevesinde dile getirdiklerini kendi þahsî görüþleri olarak algýladýklarýndan, onun bazý hususlarda taviz verebileceðini düþünmekteydiler. Oysa Hz. Peygamber açýsýndan Risaletin tümüne sadakat, "ay ve güneþe sahip olmak"tan daha önemli ve daha deðerliydi.
Bu teþebbüsleri de, sonuçsuz kalýnca, bu sefer müþrikler müslümanlarý yeni inançlarýndan vazgeçirmek maksadýyla fiili baský ve iþkenceve yöneldiler. Zaten tarih boyunca bütün kurulu düzenler, fikren aciz kaldýklarý yeni hareketlere bu hareketlere gönül verenler karþýsýnda hep ayný baskýcý tutumu devreye sokmuþtur. Bu durumlarda maðdurlarýn tutabilecekleri tek yol, kendileri için daha guvenli bir yer arayýþýna girmek olmuþtur. Nitekim Mekke'li müþriklerin iþkenceleri karþýsýnda Hz. Peygamber de ayný yolu izlemek zorunda kalmýþ ve sonuçta Müslümanlarýn bir kýsmýný 614-615 yýllarýnda daha güvenli bir bölge olarak gördüðü Habeþiþtan topraklarýna göndermiþtir.
Habeþistan'a hicret, Mekke'deki Müslüman potansiyelinin tamamen varlýðýný yitirdiði anlamýna gelmiyordu. Her þeyden önce Hz. Peygamber, bütün engellemelere raðmen teblið vazifesini yerine getiriyordu. Sonra, Habeþistan'a hicret etmeyip Hz. Peygamber'le birlikte kalan müslümanlar vardý. Dahasý, çok geçmeden Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi iki etkili ismin Müslüman olmasý, Mekke'de Ýslâm'ýn yayýlýþýný daha da hýzlandýrdý. Ancak bu geliþmeler, müþriklerin baskýlarýný azaltmadý, bilakis daha da artýrdý. Bunun sonucu olarak Hz. Peygamber ve Müslümanlarý yaklaþýk üç sene süreyle bir mahalleye (Þi'bu Ebi Talib) hapsederek toplumla iliþkilerini kesmeye çalýþtýlar. Bu mahalleye dýþarýdan yiyecek içecek girmesini, Müslümanlarla akrabalýk iliþkilerini ve kýz alýþ veriþini yasakladýlar. Bu tecrit ve kuþatma hareketinin ardýndan Hz. Peygamber açýsýndan iki üzücü geliþme daha yaþandý. Bunlardan biri, bu zamana kadar müþriklerin her türlü baskýlarýna raðmen, ailevî baðlar nedeniyle Hz. Peygamber'i himayede en ufak bir tereddüt ve gevþeklik göstermeyen amcasý Ebû Talib'in vefat etmesiydi. Diðeri ise, ilk Müslüman olma þerefini kazanan ve vahyin inmeye baþladýðý ilk günden itibaren Hz. Peygamber'in her sýkýntýsýna destek ve ortak olan sevgili eþi, Mü'minlerin Annesi Hz. Hatice'nin de Allah'ýn rahmetine kavuþmuþ olmasýydý. Meydana getirdiði teessürün derinliðinden dolayý bu iki olayýn vuku bulduðu senenin "Hüzün Yýlý" olarak adlandýrýldýðý bilinmektedir.
Ebu Talib'in vefatýndan sonra Hz. Peygamber'in himayesini Haþimilerin yeni önderi olarak Ebû Leheb üstlendiyse de bu durum fazla sürmedi. Müþrik atalarýnýn Cehenneme gideceklerine dair gerek Kur'anda yer alan gerekse Hz. Peygamber'in yine Kur'an kaynaklý olarak kendi aðzýndan çýkan benzer sözleri üzerine Ebû Leheb, Mekke'de Hz. Peygamber'in en amansýz düþmanlarýndan biri olarak isim yapmaya baþladý. O kadar ki, Hz. Peygamber, Ýslâm'ý teblið için her nereye gitse, o da mutlaka oraya gitmekte ve davetin etkisini azaltmak için elinden geleni yapmaktaydý.
Diðer taraftan Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in müslüman olmalarýyla hýz kesen iþkence ve baskýlar, yeniden þiddetini artýrmýþtý. O derecede ki, bazý Müslümanlar, ancak Müslüman olmadýklarýný söylemek suretiyle hayatta kalabiliyorlardý. Ýslâm'a girmek isteyenler, maruz kalacaðý baský ve iþkenceleri düþünerek, böyle bir adýmý atmaktan çekiniyorlardý.
Davetin üzerinden on yýlý aþkýn bir süre geçtikten sonra Hz. Peygamber'in karþýsýnda þöyle bir tablo bulunmaktaydý: Ýslâm'a davet, müþriklerin bütün engellemelerine raðmen Mekke'de belli bir taban bulmuþtu. Ancak, müþriklerin baskýlarý neticesi Müslüman potansiyeli; bir kýsmý Habeþistan'da bir kýsmý Mekke'de olmak üzere parçalý bir durumdaydý. Yine bilhassa Ebû Talib'in vefatýnýn ardýndan Mekke sýnýrlarý içinde Ýslâm'ý teblið son derece zorlaþmýþtý. Diðer taraftan Hz. Peygamber'in yoðun çabalarýna raðmen Mekke'li müþrik yönetici tabakasý etki altýna alýnamamýþ, buna baðlý olarak da Ýslâmî deðerlerin yönetici irade tarafýndan benimsenmesi ve icraatýn bu deðerler istikametinde gerçekleþmesi saðlanamamýþtý. Bütün bunlardan daha önemlisi, müþrikler, Ýslâm'ý tümden silmek için Hz. Peygamber hakkýnda, onu sürmeyi, hapsetmeyi, hatta öldürmeyi hedefleyen planlar kurmaya baþlamýþlardý.
Ýþte Mekke'de böyle bir ortamýn varlýðý nedeniyledir ki, Hz. Peygamber, daha önce yalnýzca Müslümanlardan isteyenler için uygulamaya koyduðu hicret olgusunu, bu sefer hem Müslümanlarýn tümü hem de kendisi için bir kurtuluþ vesilesi olarak düþünmeye baþladý. Bu düþüncesi istikametinde aklýna gelen ilk yer, anne tarafýndan akrabalarýnýn da bulunduðu Taif þehri oldu. Ancak çoðunluðu karakterleri itibariyle Karun'u hatýrlatan zenginlerden oluþan Taif'liler, Hz. Peygamber'e muhalefette Mekke'lilerden daha sert çýktýlar. Sonuçta Hz. Peygamber umutla girdiði bu þehirden, kendisini son derece üzen acý bir sonla ayrýlmak zorunda kaldý. Bu acý o kadar fazlaydý ki, Ýsra olayýnýn bir teselli vesilesi olarak bu olay sonrasýnda gerçekleþmiþ olmasý kuvvetle muhtemel gözükmektedir.
Hz. Peygamber, her halükârda hicrete karar vermiþ bulunuyordu. Bunun için Taif'ten döndükten sonra panayýrlarda karþýlaþtýðý kabilelere bir taraftan Ýslâm'ý anlatýrken diðer taraftan, onlardan yurtlarýný kendisine ve Müslümanlara açmasýný talep etmekteydi. Sonuçta bu talep Kabe'yi ziyaret için Medine'den gelen heyetler nezdinde olumlu karþýlýðýný buldu. Birinci ve ikinci Akabe biatlerinin ardýndan 622 senesinde, bir baþka ifadeyle Hz. Muhammed (s.a.s)'in Risalet vazifesine baþlayýþýndan on iki sene sonra Ýslâmýn doðuþ tarihinde yep yeni bir safhanýn baþlamasýný saðlayacak olan büyük Hicret olayý gerçekleþti. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, hicretin arka planýnda müslümanlarý baskýlardan kurtarma, daðýlmýþ olan müslüman potansiyelini yeniden birleþtirme, Ýslâm'ýn temel deðerlerini, hakim deðerler haline getirme, özgür bir ortama kavuþmak araçlarýnýn yattýðý söylenebilir. Binaenaleyh hicret, âsla yalnýzca bir göç olayý deðil, bir büyük önderin, dâvâsýna yeni hamleler yaptýrmak için attýðý stratejik bir adým olarak deðerlendirmek daha doðru olur.
|